17.04.2008

ZU; birkaç saat önce seyahat ettiğim otobüs İç Anadolu’nun içlerinden, yeşil, sarı bozkırın ortasından geçti süzülerek. Güneş batmak üzereydi. Bakır bir tepsi gibiydi güneş. Mavi olsa, durgun, süt liman bir deniz sanırdın bozkırı. Uzak tepelerin arkasından yorgun argın çekilen akşam güneşinin umutlu gözlerine dalarak uyuyakalmışım. İçim geçmiş desem de olur. Yıllarca uyumuş gibi, tok, uyandım. Hava kararmış. Araba kayıp gitmeye devam ediyor.

Nerede olduğumu bilmiyorum. Yol kenarındaki tabelaları arıyor gözlerim. ZU nerede olduğunu bilmemek ne kadar kötü bir duygu! Bu yeryüzü parçasının neresinde olduğunu bilmemek… Bilmemek hangi kentin neresinde olduğunu! Peki ya, zamanı da yitirmişsen? Daha doğrusu çalmışlarsa zaman kavramını da!

Zamandan ve mekândan koparılmak! Bir bakıma hayattan ve varlığından koparılmak gibi olmalı!

ZU birdenbire aklıma “gözaltında kayıp” edilenlerimiz geldi. Düşün ki, bir akşamüstü iş çıkışı yahut bir sabah okula giderken bildiğin, tanıdığın, yürüdüğün bir caddeden, tanımadığın insanlarca bilinmediğin bir yere kaçırılıyorsun. Götürüldüğün yer şubenin bodrumu da olabilir, bir apartmanın beşinci katında işkence haneye çevrilmiş bir ev de, hatta yemyeşil bir kırın ortasında harabe bir ahır da olabilir.

Sen bunu bilmiyorsun! Oraya kaçırılıp götürüldükten sonra kaç saat, kaç gün, kaç hafta, kaç ay geçtiğini de bilmiyorsun. Dünyadan habersizsin. Dünyanın senden haberi olup olmadığını da bilmiyorsun! Çırılçıplaksın! Yapayalnızsın!

Salt iradesin! Sırf iradesin! Onlarla çarpışıyorsun ideallerin adına. Beyninle, bedeninle, sonunda fiziken yok edileceğini bile bile…

Zu ne büyük bir hüzün bu!

Bu ne kadar büyük bir muharebe.

Ne büyük bir insanlık!

İki sistem, iki dünya, iki sınıfın muazzam bir güç dengesizliğinin içinde kıran kırana çarpışması! Ve bu çarpışmalardan cansız bedenleriyle çıkan bizimkiler… Bunun romanı, sineması, şiiri, şarkısı yazılmadı, çizilmedi daha ZU!

Ama yazılacak!