Eduardo Galeano’nun yapıtlarını okumuş olanlar bilirler, birkaç kitabı hariç yapıtlarının çoğunun küçük metinlerden, aforizmalardan ya da hikâyeciklerden oluştuğunu. Eduardo’yu da zaten ilkinde bunlardan okudum ve tanıdım. Dehşete düştüğümü söylemeliyim, evet, belki de o an hissettiğim duygu tam olarak dehşet kelimesine karşılık gelmemiş olabilir, ama buna yakın bir şeydi.

Bir donma hali, bedenimi saran bir ürpertiş.

Düşünme ya da Eduardo’nun anlattığı bu anlatılar sayesinde binlerce kilometreyi kat edip adeta zamanın ötesine geçtim.

Sadece ülkesinin değil, Latin Amerika’nın tamamını okur için küçük metinler biçiminde ortaya sermişti. Mitler, masallar, deyişler, vs.

Kahramanlar, âşıklar ve Galeano’nun ya da Latin Amerika’nın güzel kadınları ve vefakâr delikanlıları.

Hikâyeleri zamanın süzgecinden geçmeyi başarmış yaşlı kadınların ve saçları ağarmış adamların kahramanlıkları ve mini destanları.

Belki hemen değil ama bir süre sonra, okuyan, okuduğunu anlamaya çalışan ve yaşadığı yere bakıp bunlar üzerinde hikâyeler kurgulamayı amaçlayan her yazar ve yazar adayı gibi neden ben de böyle bir şey yapmayayım diye düşünmeye başladım.

Eduardo yapabilmişse, ben de yapabilmeliydim.

Eduardo okumuşsa ben de okurum.

Eduardo yaşamışsa ben de yaşarım.

Eduardo yazabilmişse ben de yazarım.

Eduardo Latin Amerika denilen coğrafyanın kesik damarlarından girebilmişse ben de Dicle ile Fırat’ın doğduğu toprakların ya da Mezopotamya’nın kalbine girebilmeliydim.

Bütün çocukluğum masal dinleyerek geçti. Televizyon evimize çok çok sonraları ancak girebildi. Yaşım kırkın üstünde değil ama şimdi bakınca sanki başka bir çağdan gelmişim gibi hissediyorum. Hayır, dedem değil, babaannem, babam, annem, halalarım, bazen de saçları ağarmış amcalarım masal anlatırdı. Kışın, dışarıda buz gibi hava varken özellikle bu iş için ayırdığımız bir odada tütün yapraklarını demet haline getirirdik. Saatler geçmek bilmezdi, kısa kış günleri aylara dönüşürdü. Çocukları orada tutmanın en doğru ve belki de tek yöntemi masal anlatmaktı. Bixco, Mîrzamihamed, Sittî u Ferxiq, Memê Alan, Xerîbê, Pepuk, Teyyar Beq, Mem u Zîn, Kazım Axa, vs.

Bu odada sadece masalları değil, köydeki ve çevre köylerdeki tüm dedikoduları da dinlerdik.

Taşrada yaşamış olanlar bilirler, bitip tükenmek bilmeyen zamanı öldürmenin bir yolu da dedikodudur. Bilmem kim kimin sınırını geçmiş, bilmem kim kimin kızına karısına bakmış, bilmem kim nasıl namussuz ya da şerefli bir adam olmuş, vs.

Bu bilmem kimlerle başlayan hikâyeler asla bitmezdi ve bazılarının sonu da kanlıydı, tüylerimizi diken diken ederdi.

Kayıp Arzular Diyarı’nı önce kısa öykülerden oluşturmak istiyordum. Ancak zihnimin derinliklerine daldıkça başka biçimlerdeki öyküler de gün yüzüne çıktı. Belki bir Galeano değilimdir, zaten Galeano olmak da istemiyorum. Ama bazen benzer yöntemlerle yaşadığım yere ayna tutmayı düşlediğimi itiraf ediyorum. Şimdi bakıyorum da yazdığım öykülerimin hiçbiri Galeano’nunkine benzemiyor. Çünkü Dince ile Fırat’ın doğduğu toprakların ya da Mezopotamya’nın kendine özgü sesi ve dili vardı. Ben de bu sesi duymaya ve bu dilin harfleriyle hikâyelerini anlatmaya çalıştım.