Türkiye Barolar Birliği'nin 36. Genel Kurulu'nda Türkiye Barolar Birliği Başkanlığı'na (TBB) seçilen Erinç Sağkan, "Osman Kavala ve Selahattin Demirtaş hakkında AYM ve AİHM kararlarının uygulanmamasında en büyük vebal yargının üzerinde" dedi.

Sağkan'ın TBB'nin 36. Genel Kurulu'nda başkan seçilmesiyle, 8,5 yıllık Metin Feyzioğlu dönemi son bulmuştu.

Yeni Başkan Sağkan, avukatlar ve barolar hakkında atmayı planladığı adımlar, yargının içinde bulunduğu durum ve Türkiye'de yaşanan hak ihlallerine ilişkin Euronews Türkçe'nin sorularını yanıtladı:

TBB devir teslim töreninde yaptığınız ilk konuşmanızda "Hiçbir avukat ve baro yalnız kalmayacak” dediniz. Nasıl bir yol izleyeceksiniz? Nasıl adımlar atmayı planlıyorsunuz?

Aslında bu söylem kendiliğinden gelişmedi bir ihtiyacı ortaya koymak adına söylenmişti. Çünkü geçtiğimiz son beş yıl içerisinde biz hem avukatlık mesleğinin uğradığı saldırılarla hem de meslektaşlarımızın bizzat uğradığı saldırılarda maalesef etkin bir Türkiye Barolar Birliği göremedik. Bu sebeple söylemimiz yola çıkıştaki söylemimiz de bu oldu. Çünkü Türkiye Barolar Birliği kamu kurumu niteliğinde bir meslek örgütü ve öncelikli görevi de yasada tanımlandığı şekilde mesleğin ve meslektaşın sorunlarıyla ilgilenmek. Avukatların malum çok fazla sorunu var. Ve bu sorunların başında da ekonomik olarak sürüklendikleri bu kaosun içerisinde şiddete uğramak noktasında açık hedef haline getirilmiş olmaları geliyor. Bu noktada çok sayıda avukata dönük şiddet vakasında maalesef ki gerek bu dosyalara ilişkin soruşturma ve kovuşturma aşamalarında gerekse kamuoyunda avukatın, müvekkilleriyle özdeşleştirilmemesi gerektiği hususları da yeterli bir bilgilendirmenin ve etkili bir takibin Türkiye Barolar Birliği tarafından yapılmadığı inancında idik. O sebeple bundan sonraki süreçte öncelikle avukatlar hayatın her alanında yani sabah evden çıktıkları andan itibaren meslek yaşantıları içerisinde ki çünkü bizim meslek yaşantımız sadece adliye içerisinde sürdürülen bir yaşam değil. Meslek yaşantılarının içerisinde uğradıkları her türlü haksızlıkta doğrudan Türkiye Barolar Birliği'ni yanı başlarında bulacaklar. Bunun yöntemi de Türkiye Barolar Birliği nezdinde çok etkili bir avukat Hakları Merkezi kurmaktan geçiyor. Seksen bir ilimizdeki baroların tamamından avukat hakları noktasında koordinatör yönetim kurulu üyesinin katılımıyla oluşacak. Etkin bir Avukat Hakları Merkezi oluşturacağız. Hem bu merkez hem de Türkiye Barolar Birliği'nin başkanı ve yönetim kurulu doğrudan avukat hakkı ihlallerinde olaya müdahale edecek bir yapıyı meydana getireceğiz ve bu sürecin içerisinde hiçbir meslektaşımız uğradığı haksızlık karşısında yalnız bırakılmayacak. Bunun yanında tabii baroların yalnız bırakılmasını da belirtmiştik. Bu en başta çoklu baro sürecindeki baro başkanlarına uygulanan zulme Türkiye Barolar Birliği'nin geçtiğimiz dönem sessiz kalmasından kaynaklanan bir söylem. Çünkü o dönem barolar çok haklı bir şekilde, çok haklı bir gerekçeyle anayasadan kaynaklanan demokratik haklarını kullanmaya gayret ettiler. Baro başkanlığının temsil niteliğinde bu eylemsel tavır organize edilmişti. Ancak maalesef o süreçte yalnız bırakıldılar. Bu mücadeleyi çatı örgütün Türkiye Barolar Birliği'nin organize etmesi gerekirken maalesef bu süreçte yalnız bırakılarak bir şekilde çok organize olamadan biraz daha yolda şekillenen eylemsel tavırlara bürünmek durumunda kaldı bu süreç. Sonraki takvimsel süreçte ise artık Türkiye Barolar Birliği, baroları da gerek hedef haline getirildikleri süreçlerde, gerekse birlikte anayasal demokratik tepkileri ortaya koymak noktasında yalnız bırakmayacağı gibi, öncülük edecek. Bir adım önlerinde değil, bir adım arkalarında değil, tam da yanı başlarında barolarla birlikte hareket edecek bir Türkiye Barolar Birliği olacak.

Türkiye Barolar Birliği Başkanı seçilmeniz “siyasi değişimin başlangıcı” olarak değerlendirildi. Başkan seçilmenizin akabinde toplumun farklı kesimleri ile yan yana gördük sizi. Bütünleştirici bir rol oynamayı düşünüyor musunuz?

Tabii Türkiye Barolar Birliği'nin görev tanımı yasada açıkça belirtilmiş, bu noktada hukukun üstünlüğünü, yargı bağımsızlığını ve insan haklarını korumak ve bu kavramlara işlerlik kazandırmak bir görev tanımı olarak ortaya çıkıyor. Bizim o siyaset yapmakla suçlandığımız alan aslında tam da görevimiz olarak yasal olarak bize yüklenmiş unsurlar. Haliyle tabii bu hep önceki dönemin yaptıkları ve yapmadıkları üzerinden de şekillenen bir konu sizin sorduğunuz soru. Geçtiğimiz yaklaşık dört buçuk beş yıllık süreçte Türkiye insan hakları noktasında maalesef çok zayıf bir görüntü çizdi ve en acısı da bu hak ihlalleri hep yargı araçsallaştırılarak yapıldı. Aslında sorumluluk bizim üzerimizde bu sebeple bu kadar fazla. Bu hak ihlallerini meşrulaştırma zemini oldu yargı. Ve bu noktada yargının üç sac ayağından bağımsız kalabilen savunmanın bu hak ihlallerine karşı net bir tavrı ortaya koyması ve iyi bir mücadele zeminini ortaya koyması gerekiyor. Bu tarafından bakıldığında konuya evet Türkiye Barolar Birliği artık Türkiye'deki hak ihlallerinde en önde bu hak ihlallerine karşı mücadeleyi verecek kurum olarak ortaya çıkacaktır. Yargının özellikle geçtiğimiz süreçte insan hak ve özgürlüklerinin ihlalleri noktasında meşrulaştırma aracı olarak kullanılmasının önüne geçmenin tek yolunun da bağımsız savunmanın etkin şekilde bu müdahalelere karşı yurttaşın yanında yer almasından geçtiğine inanıyoruz.

Diyanet İşleri Başkanı Ankara Baro Başkanlığınız döneminde yaptığınız bir açıklama nedeniyle hakkınızda şikayetçi oldu. Sizinle birlikte baro yönetiminden on bir avukat ile birlikte geçtiğimiz günlerde mahkeme önüne çıktınız. Burada yargının araçsallaştırıldığını düşünüyor musunuz?

Hatırlamak gerekiyor açıklama neydi? Takvime de dikkat etmek gerekiyor. Hatırlarsanız geçtiğimiz yılın Nisan ayında yapılan bir cuma hutbesindeki açıklamaydı ve pandeminin Türkiye'de çok büyük ağırlığıyla hissedildiği, bütün hayatın durduğu , ülke olarak kapanmaya gittiğimiz ve bir ağır panik halinin olduğu süreçte eş cinsellerin ve nikahsız yaşayan kişilerin hastalık taşıyıcısı oldukları yönünde bir beyanın açıkça bir nefret söylemi olduğu ve bunun devamında da daha da ötesi bunlarla mücadeleye çağrının da ciddi anlamda bir Türk Ceza Kanunu'nun 216. maddesi kapsamında suç teşkil ettiği yönünde bir tespitimiz olmuştu. Ankara Barosu olarak buna karşı hem bu tür açıklamaların devam etmemesi için kamuoyuna bir açıklama hem de suç duyurusunda bulunma kararı almıştık. Tabii bizim yaptığımız suç duyurusu takipsizlikle sonuçlandı fakat yaptığımız açıklamada hiçbir suç unsuru bulunmamasına rağmen yargının işte o araçsal araçsallaştırılması dediğimiz konu harekete geçti. Ankara Barosu Başkanı ve yöneticileri hakkında bir soruşturma başlatıldı. Yaklaşık bir buçuk yıllık süreçten sonra da bu konu bir kovuşturmaya dönüştü. Tabii bu anlamda bu yargılamayı önemli görüyorum. Çünkü baroları yapmak zorunda oldukları görevden dolayı yargılayan bir süreçten bahsediyoruz. Aslında 76. ve 95. maddelerin varlığını avukatlık kanunundaki insan haklarını korumak görevimizin varlığının yargılandığı bir yargılama olması hasebiyle önemli buluyorum. Yoksa bireysel yargılamalara ilişkin bir kaygımız yok. Muhakkak ki kendi ülkemizdeki yargı sistemi içerisinde o açıklamadan kaynaklı olarak bir suç unsuru bulunmadığının bizzat mahkemeler tarafından tespitinin yapılacağına inanıyorum. İnanmak istiyorum daha doğrusu.

Göreve seçildikten sonra Adalet Bakanı ile bir görüşmeniz oldu. Neler konuşuldu?

Adalet Bakanı ile bugüne kadar diyalog kurmak ve görüşmek konusunda hiçbir zaman sorun yaşamadık. Ankara Barosu dönemimizde de böyle bir sorunumuz olmadı. Ulaşılabilir bir bakan bürokratları da keza bu şekilde. Avukatlıktan geliyor olmasının bir avantaj olduğunu da düşünüyoruz. Ancak tabii avukatlık mesleğinin çok köklü sorunları var.

Mesleğin sorunları noktasına baktığımızda başta ekonomik problemlerimiz olmak üzere çok sayıda hukuk fakültesi bilimsel bir analize dayanmaksızın açılan bu hukuk fakülteleri neticesinde çok sayıda mezunun olması öncelikle hem nitelik sorununu yanında getirmekle birlikte aynı zamanda bir ekonomik sorunu da yanında getirdi. Bu sebeple tabii ilk ziyaretimiz bir nezaket ziyaretiydi. Ancak hızla çözüm bulunması gerektiğini düşündüğümüz bazı mesleki sorunları da bir araya geldiğimiz noktada izah ettik. İlgilenildiği, çözüme odaklı olarak bazı yerlerde harekete geçildiğini gördük.

Sonuç almak çok kolay olmuyor maalesef ülkemizde. Çünkü temelde yaşadığımız problemin bilinçli ve sistematik olarak yaratıldığına inanıyorum. Bunu her yerde de ısrarla vurgulamaya devam edeceğim. Çünkü avukatın güçsüz olması, ekonomik güçsüzlüğü, şiddete açık hedef haline getirilmesi, mesleki niteliğinin düşürülmesi… bunların tamamının vatandaşı güçsüz kılmak hedefli olduğuna inanıyorum. Bu sebeple sayın bakana ilettiğimiz bazı mesleki sorunlara çözüm bulunabilir. Ancak temelde avukatların çok çok daha büyük problemleri var. Bu problemlerin çözülmesi için ise gerçekten güçlü bir savunmaya dönük niyetin olması gerekmekte. Bunun olup olmadığını da bu süreçte hep birlikte bizler yaptığımız başvurularla kamuoyuna açıklayacağız. Bakanlık devamında meclis ve siyasal iktidarda güçlü bir savunma mekanizması isteyip istemediğini, gerçekten insan hak ve özgürlükleri için insan hakları eylem planı hazırlamanın dışında gerçek bir niyetin olup olmadığını da bu süreçten sonraki uygulamasını da ortaya koyacaktır diye düşünüyorum.

10 Aralık Dünya İnsan Hakları Gününde Sayın Cumhurbaşkanı altıncı yargı paketinin hazırlandığını söyledi. Sizce bu pakette hangi düzenlemeler yer almalı?

En büyük sorunumuzun yargı bağımsızlığı olduğu bir gerçek. Bunu artık herkes kabul ediyor. Sayın Adalet Bakanı da aslında bazı konuşmalarında, satır aralarında bu hususu ısrarla vurguluyor. Yazılı metinlerden ziyade uygulamanın öneminden bahsediyor ki bizim en büyük sorunumuz zaten uygulamadan kaynaklanıyor. Bizim yazılım metinlerimizde temel insan haklarını korumak hususunda bir sorunumuz yok. Hiçbir değişikliğe ihtiyacımız yok yazılı metinlerimizde Anayasamızda güvence altına alınmış, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ile güvence altına alınmış ki anayasanın 90. maddesine göre, normal hiyerarşisinde en üst seviyede yer alıyor. Kendi meri mevzuatımızla güvence altına alınmış hak ve özgürlüklerimiz söz konusu. Basın hürdür, sansürlenemez yazıyor. Basın hür mü? Değil. İfade hürriyetinden her yerde bahsediliyor. Bugün medyada bir tweet atarken bile herkesin tedirgin olduğu gözaltıların göz dağına dönüştüğü bir süreci yaşamaktayız. O sebeple ben bu tür metinlerin yerini uygulamada gerçekten Anayasaya ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne bağlılığı arıyorum. Bakınız bugün insan hakları kavramı ülkelerin koruma anlamında tekeline bırakılmaktan çok daha üstün kavramlar olarak ortaya çıkartılıyor O sebeple Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi var. Yani sadece bir ülkenin bu konudaki inisiyatifine veya lütfuna terk edilmiş kavramlar değil, çok daha yüce kavramlar, insan hakları. O sebeple Avrupa İnsan Hakları'nın mahkemesi bunları koruma altına alıyor. Baktığımız zaman yargı reformu strateji belgeleri yahut reform paketlerinin yerine gerçekten bir niyeti ortaya koyacak tek bir düzenleme bize yeter. O da Hakimler Savcılar Kurulunun yapısını bağımsız kılmaktan geçiyor. Bunun yapılmadığı hiçbir düzenlemede niyetin gerçekten yargı bağımsızlığını sağlamak olduğuna beni kimse ikna edemez. Çünkü yıllardır bu uygulamanın içerisindeyim ve temelde HSK'yı bağımsız kılmaya dönük bir düzenleme olmadığı müddetçe de ne yargı bağımsızlığına ilişkin ne hukuk devletine ilişkin ne de insan haklarına ilişkin samimi bir niyetin ortaya konulduğuna mümkün değil.

Türkiye, Demirtaş ve Kavala hakkında verilen Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarınını uygulamama iradesine ısrarla devam ediyor. Türkiye, Avrupa Konseyi tarafından bu kararların uygulanmaması gerekçesiyle takibe alındı. Bu süreci nasıl değerlendiriyorsunuz?

Hızla anayasasızlaşma sürecine evriliyoruz. Çok üzüntü verici ve kaygılandırıcı bir durumdan bahsediliyor. Anayasadaki kuralların artık açıkça hem de yargı mercileri tarafından ihlal edilmesi çok farklı bir yere tekabül ediyor. Anayasa siyasetçiler tarafından söylemlerle itibarsızlaştırılmaya çalışılabilir veya uygulanmaması noktasında baskı kurulabilir. Anayasa başka türlü beyanlarla her türlü yöntemle yok edilmeye çalışılabilir. Ancak bunun karşısında durması gereken işte yargıdır zaten. Yargının orada denge denetimi ve fren görevlerini görmesi gerekir. Maalesef burada Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararının uygulanmamasına bizzat bir yargı kararı araç oluyor ve geldiğimiz noktada anayasanın 90. maddesi tamamen yok sayılıyor ve Avrupa Konseyi'nin bu tür ikazlarının sonunun nereye gideceğini de hepimiz hukukçu olarak öngörebiliyoruz. Buna en çok da yargının müsaade etmemesi gerekiyor. En büyük vebal de yargı yargının üzerinde diye düşünüyorum.

Olağanüstü hal dönemi ve ardından gelen pandemi nedeniyle cezaevleri kapalı bir kutu haline dönüştü. Sosyal medya üzerinden bu kurumlarda sürekli yaşandığı iddia edilen insan hakları ihlalleri söz konusu. Cezaevleri konusunda bir adım atacak mısınız?

Ankara Barosu cezaevleri izleme kurulu vasıtasıyla aslında bununla mücadele etmeye gayret etti. Cezaevlerindeki hak ihlallerini tespit ederek gerekli yasal başvuruları ve kamuoyu bilgilendirmesini yapmak yönünde bir çalışmamız olmuştu. Türkiye Barolar Birliği'nde bu çalışmayı tüm Türkiye ekseninde daha etkin şekilde yürütmek gibi bir görev ve sorumluluğu olması gerekiyor. Bunu yerine getirmek bizim yurttaşlarımıza borcumuzdur. Bu anlamda bu hak ihlalleri son dönemde özellikle çokça dile getirilen ve artık yaşam hakkının ihlali noktasına dönüşebilecek hak ihlallerinden bahsedilen bir dönemde Türkiye Barolar Birliği'nin de cezaevlerinde yaşandığı iddia edilen bu hak ihlallerine dönük ciddi inceleme, raporlama, yasal yollara başvurma ve kamuoyuyla bilgi paylaşımı yaparak etkin ve şeffaf soruşturma ve kovuşturma süreçlerinin başlatılması yönünde baskı unsuru olmak gibi bir görevi bulunmakta. Bunu mutlaka ki kendi dönemimizde etkin şekilde hayata geçireceğiz.