Son yirmi yılda, bir zamanların moda deyimi ile milenyumun başlamasıyla insanlık, bilgi ve iletişim teknolojisinin gelişimi, bilgisayara dayalı yeni robotlar, küçük bilgisayar ölçeğindeki cep telefonları ve daha başka mekanik, elektrikli ve elektronik üretim araçları hakkında oldukça fazla sözler konuşulur oldu. Gerçekten insanlığın şu son yirmi yılda teknolojik alandaki yaşadığı gelişme, hiç abartısız bundan bin yıl önceki gelişmelerden daha fazla olduğu yadsınamaz. Fakat söz konusu gelişme öyle farklı bir şekilde tanımlanmaktadır ki, sanki insanlık tarihinde yeni bir çağa girmişiz ve dolayısıyla da mevcut durumumuzu anlamak ve açıklamak için geçmiş dönemlere göndermede bulunmak, onları yad etmek çok gereksiz şeylermiş gibi bir izlenim mevcut. Kuşkusuz teknolojik olarak bu durum böyle olabilir. Ancak benim bu yazıda üzerinde durmak istediğim asıl mesele, teknolojik gelişmenin toplumsal ilişkilere yansıması? Onlar değişmiş midir ve eğer değiştiyse ne kadar ve ne anlamda değişmiş, hayatımızı nasıl etkilemiştir ve etkilemeye devam etmektedir?

Üretim araçları, üretici güçleri geliştirerek insanlığın mevcut üretkenliğinin artmasını sağlarlar. Çağımız insanı gelişmiş üretim araçları kullanılmak suretiyle el ve beyin emeğini kolaylaştırabilir, çok daha az zamanda aynı malları veya hizmeti üretebilir ve böylece özgürlük alanını genişletebilir. Daha açıkçası insan, gelişmiş üretim araçları kullanarak boş zamanını çoğaltabilir, çünkü bu araçlar üretim için gereken zamanı azaltır. Son teknolojik ürünler diye tanımladığımız yeni üretim araçlarının insanlığın hayatına girmesiyle çoğaltılmış boş zamanın, üretimin içinde yer alan insanın fiziksel ve zihinsel yeteneklerini geliştirmek üzere kullanılması gerekir. Böylece çalışma yaşamındaki insanın çocuklarına, ailesine, dostlarına, hatta kendisine daha fazla zaman ayırabilmeliydi.

Daha da ötesi, konuya yaşamın anlamının insanın mutluğu esas alması açısından baktığımızda; üretici güçlerdeki devasa gelişmeler, emek gerekliliklerini sermayenin yeni üretici yeteneğiyle uyumlu hale getirmek üzere çalışma saatlerini haftada 30, hatta 20 saate düşürülmesi gerekirdi. Ya da dünya genelinde toplumun maddi ihtiyaçlarını karşılamak için haftada 2 veya 3 gün çalışmanın yeterli olacağı bir toplum düzeni tahayyül etmek hiç de abartı değildi.

Değildi diyorum, çünkü durumun hiç de öyle olmadığı gün gibi, güneş gibi ortada. Kapitalist üretim koşullarında tamamen zıt gelişmelerle karşı karşıya olduğumuzu görüyoruz. Örneğin ABD'de teknolojik gelişmelerle üretkenlik 1948'den bu yana ikiye katlanmış. Bu durumda çalışma saatlerinin yarı yarıya düşürülmesi gerekirdi. Ancak çalışma saatlerini yılda bir ay veya 163 saat artırıldığını okuyoruz. ''Amerikalı emekçilerin dörtte biri haftada 49 ya da daha fazla saat çalışmaktadır. Boş zamanları üçte bir oranında azalmıştır. Pek çok gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde benzer gözlemler yapılabilir. Eksik istihdam, işsizlik ve aşırı-çalışma bu gelişmenin sonucu olarak devamlı artmaktadır. Çalışmayla ilgili bir gazeteye baktığımızda ya da bir internet sitesine girdiğinizde, hemen emek güçlerini yüzde 20, 30, hatta 40 ya da daha fazlası oranında azaltan firmalarla ve şirketlerle karşılaşırsınız. Rakamlarla ifade edildiğinde bu durumda 100 bin ya da 100 binin üstünde insan anlamına gelir. Eğer son 10-15 yıldaki emek güçlerinin azaltılmasıyla ilgili istatistiklere bakarsanız rakamlar sizi hayrete düşürür. Dünya çapında milyonlarca insan son yirmi yılda işlerini kaybetmiştir. Örneğin, ABD'de yılda 2 milyon insan işlerini kaybetmektedir. Özellikle 'yeni ekonomi' denen alanda yaratılan yeni işler bu insanları içine alabilmekten çok uzaktır''(1).

Kapitalist sistemini doğal sonucu olan çalışanların aşırı yoksullaşması, işsiz kalması yetmezmiş gibi kapitalistlerin çeşitli örgütleri çalışma saatlerinin artırılmasını ve ücretlerin daha da düşürülmesini yüzsüzce savunabilmektedir. Niçin? Elbette yeni işler yaratmak için. Teknoloji üretim araçlarına sahip olan sınıfın denetimde olduğu sürece de bu gerçeklik böyle devam edecektir.

Uzun sözün kısası, günümüz insanlığı bir paradoks yaşamaktadır. Bir yandan, üretkenlikle bir artış ve buna uygun olarak zenginlikte bir artış yaşanıyor ama öte yandan aşırı çalışmadan muzdarip milyonlarca emekçinin varlığı ayrı bir gerçeklik olarak karşımıza çıkıyor. Üstelik sigortasız, sendikasız ve benzeri iş yaşamının güvencelerinden yoksun bir şekilde. Teknolojinin devasa gelişmesi kapitalist toplum koşullarında emekçileri aşırı iş yüküne mecbur bıraktığı için, emekçilerin çalışmaktan başka bir şeye zaman ayırmalarını imkansız hale getiriyor. Kapitalizmin en iyi tanımı olarak literatürde yerini alan; üretim aletlerinin özel mülkiyeti ile üretimin toplumsallığı arasındaki temel çelişki, teknolojik ilerlemenin hızı daha fazla olduğunda çalışanların sömürülmesini daha katmerleştirecek, daha çok işçinin işine son verilecek, belki yeni iş alanları açılacak ama daha az insanla daha çok iş üretileceği için işsizler ordusuna yeni işsizler eklenecektir. Zira yaratılan değerler, kapitalist sistemin doğası gereği üretim aletlerine sahip olan bir avuç mutlu azınlıkta toplanmaktadır. Bir tarafta birkaç bin aileden oluşan, nüfusun yüzde birine denk gelen mutlu bir azınlık, diğer tarafta kelimenin tam anlamıyla sabahın köründen karanlık çökene kadar çalışan (o da iş bulabilirse) çalışmak zorunda kalan milyonlar. Böyle bir toplumsal sistemde iç huzur, toplumsal barış, kapitalistlerin o sevdikleri 'iş barışı' olabilir mi? Yani kapitalizm mutluluk unsurlarını yaratır, ama mutluluğun kendisini değil.

______________________

(1) Charles Fourier'in Eserlerinden Seçkiler, aktaran Doğan Göçmen, Modern Felsefe sayfa 227, Vivo yayınları