Geçen hafta Türkiye Sanayi ve İş Adamları Derneği (TÜSİAD) 49. Olağan Genel Kurulu'nu yaptı. Eski başkan Erol Bilecik ve yeni başkan Simone Kaslowski hükümete yönelik önemli (!) uyarılarda bulundular. Sermayeyi temsilen bu zatlar özetle, ekonomik verilerdeki kötüleşmeye, 2019'un daha kötü geçeceğine, büyüyen finansman sorunlarına dikkat çekiyorlar ve “eğer reel sektörün finansman sorunu çözülmezse, sorun bankacılık ve kamu sektörüne sıçrar, derin finansal krizler böyle gelişir. İktidarın son zamanlardaki kamu kaynaklı ucuz kredi ve yapılandırmaları, futbol kulüplerinin borçlarının yapılandırılması, hal baskınları, tanzim satış noktaları gibi popülist ve kısa vadeli uygulamalar palyatif olup, sorun çözmekten uzak yöntemlerdir. Kredi yeniden yapılandırmalarına rağmen devam eden ve hemen hemen tüm sektörlere yayılan konkordatolar ve iflasların ciddi finansman sorununun birer sonuçları” olduğuna işaret ediyorlardı. Kısacası, büyük sermayenin temsilcisi TÜSİAD, tek tek palyatif çözümlerden, kayırmalı şirket kuruluşlarından, kaynakların iktidarın yakınlarına çarçur edilmesinden ve giderek daha büyük sorunların meydana gelmesinden kaygı(!) duyduğunu belirtiyordu. (21 Şubat 2018 tarihli gazeteler).

Acaba asıl kaygıları bu muydu? Elbette hayır. Asıl dertlerinin kendilerine dönük kaynak akışlarının daralması ve büyüyen kamu açıklarının vergi ve benzeri yüklerle kendilerine yansıması ihtimali olduğunu açıklıkla söyleyebiliriz. Tüm kapitalist ülkelerde sermaye devlet otoritesi ile ittifak kurmadan varlığını sürdüremez, hayatta kalamaz. O yüzden sermaye, maddi varlığının sekteye uğramaması ve birikimlerini koruması açısından, her zaman toplumsal ve siyasal istikrar ister. Sözde sakinliğe ve huzura yapılan vurgu bu manada işin doğasına uygundur. Kapitalist patronların asıl meselesi katmerli sömürü sistemlerinin devamında iktidarın sürekli yanlarında olmasını istemeleridir.

Örneğin, büyük sermaye çevrelerinden siz hiç iktidarın çalışma (üretim) ilişkilerinde emek aleyhine müdahalelerinden, anayasa ve yasalara aykırı olarak grevleri ertelemesinden herhangi bir rahatsızlık ilettiklerini duydunuz mu? Sermaye çevreleri için ölümcül iş kazalarında Avrupa'da birinci sırada oluşumuzun bir anlamı var mı? Öyle ya, bunlar kapitalistlerin lügatinde demokratik hakların kullanımına girmez. Örneğin, çalışanların üçte birinden fazlası kayıt dışı olduğu gerçeğine TÜSİAD'ın bir itirazı var mıdır? Demokrasiden, özgürlüklerden söz eden anlı şanlı burjuvalarımız, iş yaşamındaki saymakla bitiremeyeceğimiz onlarca hukuksuzlarla beraber iş saatleri hususunda Avrupa'da en uzun çalışma süresinin Türkiye'de olduğundan nasıl bir rahatsızlık duyuyorlar acaba? Günde ortalama üç kişinin iş cinayetlerinde katledilmesine karşı hiçbir TÜSİAD üyesinin bir açıklamasına rastlayanınız var mı?

Bu konuda (basından takip ettiğim kadarıyla) iki örnek vermek istiyorum. Birincisi, TÜSİAD'ın acar başkanı Simone Kaslowski'in Organik Kimya adlı şirketinin fabrikasında 2006-2011 yılları arasında yirmi defa zehirleme olayını tespit eden Dr. Ahmet Tellioğlu'nun raporlarının dikkate alınmaması, durumu Çalışma Bakanlığı'na bildirmesi üzerine de “işleri savsakladığı ve görevlerini yerine getirmediği” gerekçesi ile işine son verilmesidir. (Bakınız, Özgür Şen, 'TÜSİAD'ın yeni başkanının ikiyüzlü gemisi', 21/02/2019 Sol Haber Portalı)

İkincisi ise, Plaza Eylem Platformu üyeleriyle yapılan bir söyleşide açıklananlardır: “ Bir tek patronlar mutlu, çünkü kriz, korkuyla yönetmenin zamanı. Korkuyla yönetmek demek, fazla mesaiye , yıldırmaya ve düşük ücrete razı olmak demek. Bankacılık sektöründe stres artarken, mobbing ve işten çıkarmaların baskısı yaşanırken bir de krizin psikolojik hissiyatı var. Patron ya da yöneticiler açıkça tehdit etmeseler bile çalışanlar kriz dönemlerinde kendilerini fazla mesai ve yüksek performansa otomatik olarak razı kılabiliyor.” (Sevim Denizaltı, 'Beyaz yakalılar ve kriz.” Birgün, 22/02/2019).

Kapitalist toplumda sermaye, iki şekilde birikebilir. Sermaye birikiminin yollarından birisi emek sömürüsüyle artı değer yaratmaktır. Sermayenin aynı zamanda hırsızlık, gasp, tefecilik gibi türlü sahtekarlıklarla da birikimi onun diğer yoludur. Ülkemizde her ikisinin de çok açık olarak mevcut olduğunu söylememiz sanırım abartı olmaz. Hatta, ikinci yöntemin, (soygun, talan ve tefecilik) her zaman “normal” kapitalist emek sömürüsüne galebe geldiğini belirtmemiz sanırım bu ülkenin en önemli sorunlarından biri olduğu gerçeğini ifade eder.

Uzun sözün kısası sermaye çevrelerinin demokrasi, adalet, hak, hukuk söylemleri tamamen kendi çıkarlarını güvence altına alma çabasıdır. Onlar için iş barışı, demokrasi ve istikrar demek katmerli sömürü, uzun çalışma saatlerinin uygulandığı, sendikasız, sigortasız, güvencesiz iş yaşamı demektir. Onlar için büyüme ve zenginleşme demek, daha fazla kamu kaynaklarının kendi bütçelerine aktarılması demektir... Kapitalist baronların son zamanlardaki artan yakınmalarından bir demokrasi ve adalet anlayışının oluşabileceğini çıkarmak saflık olur.

Çünkü küçükten büyüğe istisnasız tüm kapitalist patronun derdi, kaygısı daha çok kazanmak, (daha çok sömürmek dersek daha gerçekçi olur) daha çok büyümek, daha çok zenginleşmek, daha lüks yaşama özlemlerinin zeminini yaratma çabasıdır. Niyetlerden bağımsız kapitalizmin doğası, varlık nedeni budur. Etrafınıza bakın, en küçüğünden en büyüğüne, hiçbir kapitalist patronun adaletten, eşitlikten, haktan ve hukuktan söz ettiğini duyamazsınız. Bu da sağ siyasette denk gelir. Zira siyaset bilimine göre, insanlığın düşünsel tarihi bize göstermiştir ki, sağ; Sermaye, daha çok mal- mülk edinme, büyüme, zenginleşme demektir. Sol ise; sosyal adalet, barış, eşit bölüşüm, insan hakları temelinde doğa ile bir bütün olarak dengeli ve uyumlu yaşama demektir.