Derinkuyu yaman bir şehirdir. Serttir. İklimi, coğrafyası, insanı keskindir. İnsan ruhunu coğrafya şekillendirir. Bu genel geçer bir bilgidir. Şu Karadenizlilere bakın mesela, neden hep anında parlayıp sönerler? İklimdendir. Bir yağmur, fırtına, sonra birden güneş. İklimin,coğrafyanın psikolojiye armağanıdır bazı şeyler. Derinkuyu ise serttir. Burada duygusal geçişler hemen olmaz. Zaman ister. Derinkuyu’da ünlü bir yer altı şehri ve birçok evin altında evi anımsatan mağaralar vardır. Hatta rivayetlere göre Kaymaklı’ya, Nevşehir’e dek uzanan tüneller. Bu tüneller mesela, sabır işidir. Yoksa nasıl inşa edilsin bunca yer altı yapı, bunca uzun tüneller? Ancak sabırla.

Dursun Ali heybetli bir adamdır. Büyük topraklarda yetiştirdiği buğdayı Türkiye’nin tüm köşesinden gelen varlıklı orta düzey tüccarlara satar.

Kanun gibi adamdı Dursun Ali. Sert, iriyarı, sakin. Bir konuşmaya başladı mı rüzgar essin istemez. Kelamını sadece beşer değil, doğa bile dinlesin isterdi. Böyle bir adamın önünde kim ne konuşabilir ki. Konuşsa ne hükmü olur ki?

Dursun Ali’nin 8 çocuğu vardı. Sekizine de kanun kesildi hep. Sözünün, düşüncesinin, duygusunun, töresinin, bilincinin, deneyimlerinin üstünde söz istemedi hiçbir zaman. Kızların ikisini evlendirirken soru dahi sormadı onlara. Damat aileleri kendilerini Dursun Ali’ye beğendirdiler, öyle verdi kararını. Yalan yok, tüm çocuklarını dövdü. Torunlarını dahi sebepli sebepsiz. Hoş görülecek bir hayat yaşamadı ömrünün önemli bir süresinde.

2001 ekonomik krizi Dursun Ali’nin hayatını darmadağın etti. Onun lafıyla söylüyorum; “Ömrümün birinci dönemi kapandı, ikinci dönemi başladı.” Banka geldi tüm topraklarını aldı. Kime düşmanlık yapacağını bilemedi. Çünkü karşısında Tuğçe, Buse, Alper, Tekin yoktu. Banka diye görünmez bir kurum vardı. Ancak banka avukatlarına öfkesini yöneltti. O da boşuna çünkü banka yerel avukatlar ile iş gördü. Yani Alaman Muhittin’in oğlu avukat Ali’yi evrak getir götürde kullandı. Alaman Muhittin ise Dursun Ali’nin dama arkadaşıdır. Uzun uzun konuşmalar sonucunda anladı ki banka ayrı, avukat Ali ayrı.

Bir düşman olaydı iyiydi. Ona küfrederdi, ona hınç bilerdi. Yoktu. Şu banka denen şey bu duyguyu bile kursağında bıraktı Dursun Ali’nin.

Buna benzer bir durumu, romanda okumuştum. Jack London’un Martin Eden’i olabilir. Hatırlamıyorum şimdi.

Derinkuyulu Dursun Ali elinde avucunda kalan küçük bir parayla Ankara’ya taşındı. Dikmen tepelerinden bir ev aldı, Bağkur emekli maaşı ve elde az buçuk bir para ile sığındı Ankara’ya.

Durumu kabullenmesi birkaç yıl sürdü. Nihayet artık yeni bir hayatın eşiğinde olduğunun bilincine vardı. Her gün evden çıkıyordu, şu Ankara’nın tüm semtlerini gezmeyi kendine hedef koydu. Çünkü en çok otobüslerde kendini iyi hissediyordu. Hareket etmek, gitmek, keşfetmek ona iyi gelen duygulardı. Otobüslere ücretsiz mi ucuza mı biniyordu, şimdi tam hatırlamıyorum. Vardı öyle bir şey. Bir konuşmada demiştim ona; “1935 yılında Ankara Belediyesi Otobüs İdaresi kurulduğunda, ilk otobüsleri Sovyetler Birliği’nden satın almıştı. 100 adet otobüsün ithal edilmesiyle toplu taşımacılık hizmeti başlamış. Bu kamusal uygulama o otobüslerin hatırına olsa gerek.”

Bandırma dünyanın en güzel şehridir. İnanmazsan değerli okur, işte Bandırma, işte dünya.

Bandırma kızları dünyanın en güzel kızlarıdır. İnanmazsan… Sen bilirsin ey okur.

Hamdullah yedi göbek Bandırmalıdır. Tapu Kadastro’dan emekli mühim bir memurdur. Bir deniz sevdalısıdır. Emekli olmadan çok evvel bir kayık bile almış. Hafta sonları denize açılır. Maşallahı var beş çocuk babasıdır, dördü üniversite okudu ekmeği eline aldı, son numara bir kız çocuğudur. Ankara’da iki yıl sonra Allah izin verirse dişçi çıkacaktı. Gönlü bol, hayatla barışık, iyimser ve mutlu bir adam olan Hamdullah kızının da isteği ile hanımıyla beraber kışları Ankara’da, yazları Bandırma’da geçirirdi. Hamdullah şu Ankara’nın neyi var, neyi yok her şeyini bilirdi. Meraklıydı. Tüm alemlerine akmış, çeşitli cemiyetlerinden insanlar tanımış ve dostlar edinmişti.

Gündüz yaşadığı maceraları akşam eşine ve kızına bir hikaye anlatıcısı edasıyla heyecanla anlatırdı. Bu nedenle her gün kendini yeni bir maceraya sürüklerdi.

Ankara’nın kalbi neresidir? Bu soruya net cevabım yok. Senin varsa değerli okur, söyle… Ankara’nın kalbine yakın hangi mekanlar var diye soru sorulursa, şöyle demek abes olmazdı. 1990’lı yıllarda Selanik Caddesi ve Bulvar’ın kesiştiği noktada bulunan önce AMED sonra MEDYA adını alan o pastane derim. Önce Amed sonra da Medya olmasının bir hikayesi var elbet. Onu da Ankara tarihçileri yada “şehir vatandaşlığına” inanan Ankara okur yazarları yazar inşallah.

Hambullah ve Dursun Ali işte bu pastanede tanışır. O günden sonrada kadim dost olan bu iki insanın hikayesi birbirini etkileme, dönüştürme hikayesidir. Çünkü Hamdullah demokratik bir ülke kanunu gibidir. Kişinin kendini ifade ettiği, kabul gördüğü, özgürlükçü bir ülke kanunudur. Dursun Ali, sert, anti demokratik, baskıcı bir ülke kanunu gibidir. Onların dostluğu birbirine öğreten, dönüştüren bir dostluktu.

Dursun Ali’nin, “ömrümün birinci dönemi kapandı, ikinci dönemi başladı” dediği şey öylece başladı.

Sonrası sonraya kalsın…