(Bu yazı Cizre’de yakılarak katledilen gazeteci Rohat Aktaş için yazıldı)

Mahşere inerken dergâh ey sözün ustaları, iki kelamım var benim! Bunca ölürken çocuklar, söz nasıl düze iner ben de öğrenmek istiyorum? Toplansın söze er olanlar, toplansın Hakk’a nefer olanlar, toplansın hakikate sefer olanlar; bunca can yakılırken söz nasıl dil’e iner ben de öğrenmek istiyorum…

Irmaklarında yıkandığım seraplarım var benim, ama cevap vermez. Arınmak için önce batmak gerektiğini bilmenin sinemasal bir kurgu olduğunu sananlar sakın aldanmasın. Öze erişmenin özü ruhu dinlendirmektir derlerse de sözün büyükleri, ruhumun kara ve kirli yanlarını inançlarımla sarıp atıyorum ortaya. Kör bir bodrumda ateşle imtihanıdır bu, kalbimin herkes böyle bilsin!

Herhangi bir kentten uzun yolculuklara çıkarken düşlerinde kaybolduğum cam kenarlarım var benim, cevap vermez. Başımı yarınsız bir kadının Akdeniz kokan göğüslerine bırakmış gibi sakinim. Biletimde nerenin ya da cehennemin dibinin yazılı olmasının hiçbir önemi yok nasılsa. Daldığım boşlukta akıp giden görüntüler hep ölüm evleri, hep zulüm viraneleri… Tarih bu kez böyle yazılmayacak, kapakçıkları bozuk kalbimi koyuyorum orta yere, bunu herkes bilsin!

Cesaretlerinden tutup tarihin dilsiz mahzenlerine attığım korkularım var benim, cevap vermez. Eteklerine yapışıp çocuklar gibi ağladığım annem öldüğünden beri daha da büyüyen korkularım var. Ama onlar büyüdükçe cesaretlerini susturma ustası olduğum gün gibi aşikar artık. Bütün hıncımı kuşanarak çıktığım sokaklarda bana yoldaş olan korkular, beni zapt etmeye direnen korkular, çaresizliğin kulpundan tutarak kendilerini ihbar ediyor. Gözlerimde bir donmuşluk, dilimde küfür sağanağı, çatlayan kalbimi atıyorum ortaya, herkes bilsin.

Büyük bir gazapla unutmaya çalıştığım; ama beynimin kılcallarına bir kene gibi yapışan hatıralarım var benim, cevap vermez. Her şeyi denedim, unutmayı hiç denemedim demenin derin ustalığıyla kanaya kanaya, yana yana hatırladığım keşkelerim, her gece karanlığın en aciz anlarında avuntunun sığınaklarına gümbür gümbür vurarak kendini hatırlatan pişmanlıklarım var. Yıllar öncesinde “Keşkeleriniz yoksa yanlış yaşamışsınız dostum!” demenin haklı hüznüyle baktığım aynalarda ben yokum. Yeniden kuruyorum hayatımı, yeniden dönüyorum aynalara, bakınız burada, Rohat’ı yaktığınız bodrumun enkazında bırakıyorum kalbimi, herkes bilsin!

Şimdi ve dün arasında ya da şimdi ve yarın arasında gelgitleriyle nefesimin son kertesine kadar beni sınayan öfkelerim var. Dargın hatıralardan beslenen, kırgın anılardan umut devşiren öfkeler… Duvarları tanımayan bir yabancılıkla sokaklara kör bela sızan öfkeler… Haklı haksız bütün yargılardan azade öfkeler… Daha kendine haklı gerekçeler bulamamış ya da tüm haklı gerekçelerini tüketmiş öfkeler… Artık Dicle’nin soğuk sularında dinmeyecek öfkeler… Bu öfkeyi kutsayan kalbimi adıyorum size, herkes bilsin!

Dilinde savaş türküsü çığıran bilge bir kadın gibi barışı özleyen bir yüreğim vardı benim, cevap vermez. Bıçak sırtı yaşamlar, engerek dilli yalanlar, istihareye yatmış imanlar hep bir kanamayı işaret ediyor. Belki de baktığım menzillerde yanlış işaretler arıyorum ve o işaretlerde ben yokum. Yanlış hesaplanmış, kodları unutulmuş bir şifre kadar yalnızım. Avuçlarımdaki çizgiler benim değil, üstelik yaşlı bir kelebekten daha kısa ömürlü olabilirim. Morg kapılarında analar ararken fidanlarını neyim fazlaydı deyip kalbimi bırakıyorum ayak diplerine, herkes bilsin!

Ey sözün ustaları, size inanmıştım! Siz de yalancısınız…