Demokrasi ve Barış Konferansı birkaç muhalif yayın organı dışında, kendisini “haber kanalı” olarak tanımlamakta ısrar edenler de dahil, hiçbir yazılı ve görsel yayın organında yer bulamadı.

Bu başlı başına içinde bulunduğumuz durumu tarif ediyor. “Barış” ve “Demokrasi” elini uzatana ‘cıs’ denilen yakıcı maddeler arasına alındı. Barış Bloku’nun “Barış” talebi de aynı kapsamda olduğundan, basın açıklaması bile yapmalarına izin verilmedi.

Utanmaz medya, haberi “gerginlik” olarak verirken HDP milletvekili Saruhan Oluç’un yakın mesafeden aldığı 3 plastik mermi yarası o çarpıtılmış ve eksik haberlerin içinde yer almadı. Çok şükür ki, hedeflenenden ucuz kurtuldu Oluç.

Polis, Oluç’u sırtından vurdu! Altını çizelim; polis bir milletvekilini sırtından vurdu!

Adeta “Kasımpaşa delikanlılığı”nın kitabı bile yeniden yazılıyor.

Sırttan vurma, belden aşağı vurma, bebek vurma, 70’lik dede vurma, üç-beş işçiye Kürt oldukları için yüzlerce kişiyle saldırma, AKP’nin uzadıkça uzayan ‘destan’larında yerini alıyor.

“Yeni Türkiye”, Hitler Almanyası’nın SA’larını çeşitli “Ocak” adlarıyla hortlatıp, zombileri sokaklara salarak, “yaptıklarım yapacaklarımın garantisidir” mesajını veriyor.

Ve o utanmaz medya, bu saldırıları da “gerginlik” olarak verirken, Cizre’de yaşananları PKK ile güvenlik görevlilerinin çatışması olarak sunuyor, kamuoyuna.

Cizre’deki hendekler, çatılara yerleştirilen keskin nişancılardan korunmak için sokaklara asılan perdeler, çelik kepenkleri bile göçerten ağır silahların izleri, duvarları yıkan top mermileri, harabeye dönen ev ve işyerleri ‘terör’ün kanıtları olarak sunuluyor.

Doğru ama hangi ‘terörün’?

Buzlukta bekletilen cenazeler, sokağa çıkma yasağının kalkmasıyla bir bir sayılmaya başlıyor; 35 günlük bebekten, 80 yaşındaki dedelere kadar tam 20 insan hayatı sonlandırılmış. İşkence edilerek öldürülmüş 14 yaşındaki bir gencin çöpe atılmış cesedi, sonradan ekleniyor bu listeye.

Başbakan Davutoğlu ve İçişleri Bakanı’nın söylediği ne 30-32 “etkisizleştirilmiş” PKK militanının cenazesi var ortada, ne de 200 kişilik suikast timi.

Ama bu açıklamalar ve utanmaz medyanın yaptığı yayınlar, herkesin kafasını karıştırmaya yetiyor. Liberal demokratların bile kafası karışık.

Şu ya da bu biçimde toplumun büyük kesimi duygusal ve ideolojik savrulmalar yaşarken, Rıza Türmen’in Demokrasi ve Barış Konferansı’nda yaptığı konuşma adeta bu puslu günleri aydınlatan bir meşale oldu.

Avrupa Konseyi Daimi Temsilciliği, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Yargıçlığı, Büyükelçilik gibi önemli görevlerde bulunmuş, 24. Dönem CHP milletvekili Rıza Türmen’in verdiği bilgileri, en başta demokratların, liberallerin ve savaşa karşı olmasına rağmen hangi zeminde durması gerektiğini bir türlü bilemeyenlerin dinlemesi gerekirdi.

Türmen öncelikle içinde bulunduğumuz durumu şöyle tarif etti:

“Tahakkümcü yapı güçsüzleştikçe, şiddeti artırıyor. Oysa, barış devletin yükümlülüğüdür. Çünkü barış içinde yaşamak bir insan hakkı olarak, 1978 yılında BM kararında yer almıştır. Santiago Bildirisi'nde de ‘barış içinde yaşama hakkı’na içerik kazandırılarak, bireylerin, grupların, halkların vazgeçilmez, adil, sürdürülebilir ve kalıcı barış içinde yaşama hakkına sahip olduğu belirtilmiştir.”

Türmen, bütün halkların ve bireylerin devlet tarafından “düşman olarak görülmeme hakkı” olduğunun altını çizerek, “Bu hak devlet tarafından ihlal ediliyorsa, barış korunmuyor ve tehdit ediliyorsa, bu durumda bireylerin sivil itaatsizlik’ ve ‘vicdani ret’ hakkı doğar” dedi.

Bu hukuksal çerçeveyi henüz yaşanan Cizre gibi örneklere atıf yaparak sürdüren Türmen’in özellikle şu sözlerine dikkatinizi çekerim:

“Eğer devlet bir halkı ya da bireyleri düşman olarak görüyor, bombalama, eve kapama, sokağa çıkmalarını yasaklama gibi hak ihlalleri yapıyorsa direnme hakkı doğar.”

Kafası karışıklara daha da açalım: Barış devletten talep edilir. Ve devlete bu yükümlülüğünü yerine getir deme hakkımız var.

Bu vesileyle araya sıkıştırayım.

“Teröre lanet” adı altında iktidarın savaş politikalarına destek vermek, devleti daha fazla suça itmenin yanı sıra, hepimizin barış içinde yaşama hakkının ihlal edilmesinde suç ortağı olmaktan başka bir anlam ifade etmiyor.

“Öncelikle barışın sağlanması için ‘son terörist bitene kadar savaşı sürdüreceğim’ dememek, meseleyi demokrasi meselesi olarak görmek lazım” uyarısı da yapan Türmen’in konuşmasının tamamını çoğaltıp, dağıtmak lazım.

Ama ben şu sözlerini de vererek noktayı koyacağım:

“Ulusalcı duvarı yıkıp, yeni bir demokrasi anlayışı inşa etmemiz lazım. Ki, bunun örneğini Gezi’de gördük. Tahakkümsüz özgürlüğü sağlayacak, etnik vurgusu olmayan, iktidarın paylaşıldığı bir yeni anayasa gerekiyor. Ulus devletin demokrasi anlayışına saplanır kalırsak, demokrasi sorunlarımızın da, Kürt meselesinin çözümü de mümkün değildir.”

Kısaca savaşı meşrulaştırıp, barışı yasaklamaya kalkanlara izin vermemek yurttaşlık ödevimizmiş.

Bu ders hepimize yeter.