Kadınlara yönelik erkek şiddetinin bilançosu ortada. Ama çok önemli bir farkla: Kadınlara karşı şiddet artık genel ve pornografik 3. sayfa haberi olmaktan çıktı ve adı kondu. Erkek şiddeti…

 

Murat Çelikkan / Bia

 

* "Dayak aileden çıkmadır" 1987 yılında yapılan kadın yürüyüşünün sloganlarından biri.

8 Mart ile ilgili bir yazı yazmam istendiğinde (neden ben?), 1987 yılıyla ilgili bir yazı yazmaya karar verdim. 1987 yılının kadın hareketi açısından önemli bir yıl olduğuna inanıyorum. Bir erkek olarak kadın hareketiyle tanışmam da bu yıla denk geliyor. Tabii kadın hareketinin bana kazandırdıklarından da bahsetmeliyim, bunu yazının sonuna bırakıyorum.

Bu yıl ilk gözüme çarpan bianet'in erkek şiddeti çetelesi oldu. Erkekler, cüce Şubat ayında 24 kadını öldürmüş, on kadını yaralamış, on kadına tecavüz etmiş, 16 kadına cinsel tacizde bulunmuş. Kadınları en çok kocaları öldürmüş, cinayet aleti olarak da en çok bıçağı kullanmış.

bianet, bu çeteleyi tutmaya başladığında "kör feminizm"le eleştirilmişti. Çünkü "mesele erkek şiddeti değil, sistemin şiddeti"ydi. Bildiğimiz "sol" söylem, değil mi?

80'li yıllar, bir avuç kadın aktivistin emekçi kadın mücadelesini kadın mücadelesine evirme yıllarıydı. 80 darbesi öncesinde kadın çalışmasından anlaşılan, ağırlıkla siyasi hareketlerin bir de kadın birimi kurarak mücadeleyi genişletmesi olarak nitelendirilebilir. Kadınların sadece kadın olmaktan kaynaklanan sorunları, doğrusu siyasi hareketlerin mücadelesinin konusu olmaktan oldukça uzaktı ve birçok sorun gibi halli devrime havale edilmişti. Aynen hiç tartışılmayan ama adı telaffuz edilen patriyarka gibi.

Toplumsal cinsiyet, kadına yönelik şiddet, ev emeği, pozitif ayrımcılık sistemle mücadeleyi ve devrimi hedefleyen hemen hepimiz için önce yabancı, sonra yeni kavramlardı. Üstelik "kadın mücadelesi" dediğin konu da mücadeleyi emek ekseninden çıkartıp, "burjuvalaştırıyordu." Benim Türkiye'de farklı mücadele alanlarında verilen bu mücadeleye denk gelişim İnsan Hakları Derneği Kadın Komisyonu ve Kuruçeşme Toplantıları vesilesiyle oldu.

Sol siyasi mücadelenin çeşitli gruplarından 80 askeri darbesi sonrasında İnsan Hakları Derneği İstanbul Şubesi'nde bir araya gelen kadın arkadaşlarımız 80'li yılların ilk yarısına kadar Emekçi Kadınlar Günü olarak kutladığımız 8 Mart'ın neden Kadın Günü olarak kutlanması gerektiğini usanmadan anlattılar. Bu geçiş kolay olmadı. Dernek bileşenlerinden bir kısmı 8 Mart'ı kadınlar günü, bir kısmı da emekçi kadınlar günü olarak kutlamaya devam etti. Sosyalizme, sosyalist mücadeleye ve solun birliğine ilişkin tartışmaların yapıldığı Kuruçeşme Toplantıları'nda ise, 8 Mart'ın Kadınlar Günü olarak kabul edilmesi oylamayla kararlaştırıldı. (Oylamaya az kişi katılmıştı ve az fark vardı).

Burada bir parantez açmalıyım. Aslında her iki kurumun ortak aktörleri vardı. Ama tüm tartışmalar, aktaracağım olayın yaşanmasını engellemedi. 80 darbesi mağdurları için Dikili Festivali yıllarca bir vaha niteliği gördü. Dönemin demokratları, solcuları, insan hakları savunucuları da yazın bu festivalde bir araya geldi. İstanbul şubesi yöneticileri olarak biz de Festivale katıldık, yıl 1987.

Şubenin Kadın Komisyonu üyeleri burada bir pansiyonda kalıyordu. Dernek faaliyetlerine katılan ve İstanbul şubesinin kuruluş yıllarında hemen her etkinlikte canla başla çalışan, aktif üyemiz bir trans arkadaşımız da festivale gelmişti ve bazı kadın komisyonu üyeleri onla aynı odada kalmak istemiyordu. Sorun ona hissettirilmeden (artık bu ne kadar mümkünse) giderilmeye çalışıldı ve tartışmalar sonucu birlikte çalıştığı komisyon üyeleriyle kaldı. Yani emekçi kadın mücadelesinden kadın mücadelesine transfer olan arkadaşlarımız da o yıllarda bir transla ortak mücadeleyi pek de benimsemiyordu.  Kapat parantez.

1987 yılı toplumsal muhalefet açısından çok önemli bir yıldı. 14 Nisan'da YÖK'e karşı kitlesel yürüyüş, İlk insan hakları mitingi ve yürüyüşü, TAYAD'ın "Tutsaklara Özgürlük Mitingi", çevre eylemleri, cezaevlerinde açlık grevleri ve Yoğurtçu parkta 17 Mayıs'ta  "dayağa ve şiddete son" kadın yürüyüşü... Kocasından şiddet gören bir kadının boşanma talebini bir hukuk harikası olarak "kadının sırtından sopa, karnından sıpa eksik olmaz" diyerek reddeden hakim Mustafa Durmuş'un kararını protesto için yapılmıştı. Kadınların, kadınlar için yaptıkları ilk büyük eylemdi ve erkek destekçiler kortejin arkasından yürüyebilmişti. (Benim için erkeklerin ikinci planda olduğu ilk eylem sayılabilir.)

Kampanya 4 Ekim 1987'de Edirnekapı'daki Kariye müzesinin bahçesinde o zamana kadar eşine pek rastlanmamış bir şenlikle sürdü. Şenlikte, tartışmalar, şarkılar, oyunlar bir aradaydı. 8 Mart 1988'de Cağaloğlu'nda Geçici Modern Kadın Müzesi açıldı, bu müze küçümsenen ev işlerini, görmezden gelinen kadın emeğini, gizli yaşamaya zorlandığımız regl gibi kadınlık hallerini görünür kılıyordu. Aynı yıl kolektif biçimde hazırlanan ve kadın tanıklıklarına dayalı "Bağır! Herkes Duysun!" kitabı yayımlandı.

Bir de "Siyahlı Eylem"i anmadan geçemeyeceğim. 1989 yılında  Oltan Sungurlu'nun Adalet Bakanlığı sırasında cezaevi koşullarını (1 Ağustos Genelgesi) protesto için başlayan açlık grevleri sırasında iki mahkum sağlık durumları elverişli olmadığı halde  sevk aracıyla sevk edildi ve yaşamlarını yitirdi. (Hüsnü Eroğlu ve Mehmet Yalçınkaya). Bu olayla birlikte giderek tırmanan protestolar toplumun farklı kesimlerinde ses buldu. Pera Palas'ta 5 aydının (Mehmet Ali Aybar, Rasih Nuri İleri, Aziz Nesin, Emil Galip Sandalcı, Mina Urgan başlattığı açlık grevi -16 Ağustos 1989) sonrasında 20 Ağustos'ta Aydın Cezaevi açlık grevi bitti. Bu süreçte kadınlar da hükümetin cezaevi politikasını protesto etmek için çeşitli eylemler yaptı (Siyahlı Eylem) ve tutuklandılar.

Evet, 1981-84 yılları arasındaki dönemde Yazko bünyesinde feminizmi tartıştı, Somut dergisi için sayfa hazırladı, 1984 yılında Kadın Çevresi kuruldu ve feminist yazarların kitapları Türkçeye kazandırılmıştı ama sanırım 1987 yılı bir dönüm noktasıydı.

1989'da Mor İğne Kampanyası, 1990'da Bedenimiz Bizimdir ve boşanma eylemleri, tabi ki Dayağa Karşı Kadın Dayanışması Kampanyası kadın kurtuluşu için mücadelenin o dönemdeki yapı taşlarıydı. Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı da 1990'da kuruldu.

87'den bu yana 25, 90'dan bu yana 22 sene geçmiş.

Yazının başına dönecek olursak, kadınlara yönelik erkek şiddetinin bilançosu ortada. Ama çok önemli bir farkla: Kadınlara karşı şiddet artık genel ve pornografik 3. sayfa haberi olmaktan çıktı ve adı kondu. Erkek şiddeti. Bu konuda toplumun geniş kesimlerinde duyarlılık sağlandı. Artık sistemin erkek egemen bir sistem olduğu (en azından demokrat çevrelerde) tartışma götürmüyor. Toplumsal cinsiyet meselesi hayatın her alanında kendini dayatıyor.

Medeni Kanun, Ceza Kanunu değişiklikleri, kadın kotaları. bugün giderek yaygınlaşan ve farklılaşan kadın mücadelesi, Kürt kadınlar, başörtü mücadelesi, barış mücadelesi, insan hakları hareketi, sendikal örgütlenmelerde toplumsal cinsiyet bakış açısı... Az yol kat edilmedi...

Bana gelince... Kişisel temizlik ve bakım gibi konulara hiç değinmiyorum ama kadınlardan öğrendiğim en önemli şeyler, bildiklerimi yeniden gözden geçirme, erkek kimliğinin doğal hakkı iktidarımla her gün mücadele etme zorunluluğu, bir erkek için geriye çekilmenin bazı durumlarda ne kadar elzem olduğu gerçeği. Hâlâ uğraşıyorum...

Ne de olsa tanrı ana erkeği yaratırken çok meşgulmuş!

Fotoğraf: Alexandros Michailidis