Reha Erdem’in son filmi Jîn üzerine çokça yazıldı, çizildi. Eleştirilerin önemli kısmı olumlu olmakla beraber kimi olumsuz eleştirilere rastlamak da mümkün. Gelin görün ki tüm olumsuz eleştirileri Reha Erdem “ama zaten Jîn bir masal, gerçekçi değil” diyerek savuşturmakta. O halde filmin nasıl bir masal olduğu üzerinde durulmalı.

Reha Erdem film ile ilgili verdiği röportajlarda (bkz. Altyazı/Mart sayısı) “Jîn, aslında bocalayan biri… benim derdim zaten bocalayan insanlarla…” da demekte “çok kuvvetli bir kız Jîn” de demekte.

Film parça parça değerlendirilecek olursa evet hem bocalayan hem de güçlü bir kadınla da karşılaşılabilir lakin filmdeki kadın nihayetinde bocalama sonunda yenilen kadından başka bir şey değil.

Evet erkeğe karşı güçlüdür Jîn. Erkeğe karşı direnmiş, doğaya sığınmıştır ama doğada da rahat bırakılmamakta ve sonuç itibariyle de erkeğin kurşun ve bombalarıyla ölmekte ya da yaralanmaktadır. Erdem, son sahneyle ilgili “aslında ölmedi, kameraya bakıyor… belki de hayvanlar onu iyileştirecektir” dese de iyileşme sonunda Jîn’i yine aynı kaderin bekliyor olacağı kesindir. Çünkü Jîn insan olarak tek başına kalmış ve doğayı, jîni (yaşam) tahrip eden erkeğin saldırısıyla karşı karşıyadır. Umut adına filmde hiçbir şey yoktur. Jîn’e düşen umutsuzca hayvan dostlarıyla erkekler/erkek sistemler tarafından avlanmayı beklemektir. Seyirciye düşen ise Jîn’e acımaktır.

Peki “Bana en çok umut veren Kürt kadınlarıdır”(bkz. t.24.com.tr) diyen Reha Erdem Jîn’i perdeye niye bu denli umutsuz yansıttı? Bilindiği üzere hem devlete hem de erkeğe karşı eline silah alan Kürt jinler (kadınlar) örgüt içinde de 2004’ten beri erkeklerden tümüyle ayrı bir örgütlenmeye giderek özerk hareket etmekte. Reha Erdem de pekala bu durumdan haberdardır ama haberdar olduğu halde Jîn’i dağdaki jinlerle buluşturmuyor. Jîn için “isyankar” diyen Erdem belli ki Jîn’i sadece erkek karşıtı değil aynı zamanda örgütlülük karşıtı biri olarak resmetmeye çalışmakta. Ama belki de tam da bu nedenle, örgütsüz, görünürde anarşist Jîn umutsuz, ölümünü bekleyen bir karakter profili çizmekte.

Filmde (dağdan iniş, dağ evinde Leyla’nın elbise ve ders kitabını alma sahneleri) Jîn’in pişman olduğu hatta Türk eğitim sistemi öğrencisi Leyla’nın hayatına özendiği açıktır. Muhtemelen bu nedenlerle dağdan inmek istemektedir Jîn. Ama inerken dört bir tarafında karşılaştığı tecavüzcü erkekler onu tekrar dağa yöneltmektedir. Buradan Jîn’in Kürt meselesiyle alakalı olmadığını daha çok bir kadın meselesiyle alakalı olduğunu anlıyoruz (Erdem’in kendisi de bunu belirtmektedir). Ancak jinleri dağa çıkaran sadece erkek meselesi değildir. Olsa olsa başta ırkçı, cinsiyetçi Türk devleti meselesi sonra da genel anlamda cinsiyetçilik denilebilir ki zaten bu yüzden jinler ayrı örgütlenmeye gidip silahlarıyla ırkçı-cinsiyetçi sisteme karşı direnmektedir. Özetle jinler Erdem’in yansıttığı boyutta bocalamamaktadır. Bocalama tüm insanlara özgüdür. Herkes bocalar ama umutsuzca karanlık bir geleceğe yol almak başka bir şeydir. Oysa Kürt jinler, tarihte hiç olmadığı kadar kararlıdırlar ve umutla “Jin Jiyan Azadî” demektedirler. Bu durumda bocalayan Jîn mi Reha Erdem mi diye sormak gerekir.

Erdem röportajlarında izlediğimiz Jîn’den değil daha umutlu, güçlü adeta başka bir Jîn’den bahsetmektedir. Örneğin Altyazı’ya verdiği röportajda Jîn’in Leyla’nın dantelli elbiselerini ve kitabını alması ile ilgili bir soruya “Leyla’ya özenmiyor aksine Leyla ile karşılaşsa ona çok şey öğretir. Çok kuvvetli bir kız Jîn” diyerek izleyiciye bambaşka bir film okuması önermekte. Oysa ki o sahne izleyende sadece Jîn’e acıma hissi yaratıyor, başka bir şey değil.

Filmin dili ise filmin olumlu yönlerini gölgede bırakacak kadar sorunlu. Reha Erdem, galasında filmin çekildiği dağların Kürt coğrafyası olmaması ile ilgili soruyu cevaplarken “şartlar uygun değildi” diye haklı olarak niye Kürt coğrafyasında filmi çek(e)mediğini belirtmekte. Lakin Kürtçe ile ilgili “şartlar uygun değildi” denilecek nokta çoktan aşılmıştır ama Erdem Kürtçe bilen oyuncular oynatmamıştır. Kürtçe bilen oyuncu ve aksanı da geçelim ama Erdem, hiç olmayacak yerlerde Türkçe diyaloglara yer vermiş ki biz Kürtler için bu durumlar artık mizah unsurudur. Örneğin Kürt bir gerillanın Kürt dağlarında (Reha Erdem coğrafyayı öyle kabul etmemizi istemektedir) Kürt bir çoban ile karşılaşmasında geçen “çoban kardeş-bacım” diyalogu biz Kürt izleyiciler için mizahtan öte değildir. Yine dağ başındaki tek evde yaşayan nenenin evine gelen birisiyle “doğal” halde Türkçe konuşması olsa olsa doğallığın inkârıdır. Bazı bölgelerde Türkçe konuşan Kürt neneler illaki vardır ama bölge genelindeki doğallık bu değildir.

“Bu bir masal” denilerek geçiştirilecek bir durum da değildir. Bu masalda nasıl ki Türk asker Kürtçe konuşturulmamışsa ve ya konuşturulsa absürt kaçacaksa Kürt bir gerilla da hele hele Kürt bir çobanla konuşturulurken Türkçe konuşturulamaz efendim. Mizahtır, güleriz. Dil ile ilgili Gitmek filminin yönetmeni Hüseyin Karabey, Kürtçe ile ilgili bir soruya şu şekilde cevap vermektedir (bkz. Film Arası/Türkiye’de Kürt Sineması-Özel Sayı): “…Bu sinemacılara sormak lazım. Sen o topraklara gidiyorsun, orada halkı görüyorsun, halk Kürtçe konuşuyor. Ama sen onlara Türkçe konuşturuyorsun, olmayan bir gerçeklik filmlerine yerleştiriyorsun. Bunun mantığı ne? Şimdi batıdaki halk televizyonlardan Kürtleri seyrettiğinde diyor ki ‘ya bu adamlar zaten Türkçe konuşuyor, niye anadilde eğitim istiyor o zaman?’” Karabey’in bu sorusu Reha Erdem için de geçerlidir.

Aynı dergide, Min Dît’in yönetmeni Miraz Bezar’ın şu yerinde sözleri ise sinema/Kürtçe konusunda bizim de sözlerimiz ve aynı zamanda Reha Erdem şahsında bu tarz diyaloglara yer veren tüm sinemacılara eleştirimiz olsun: “…Eğer siz bugün, Kürtçe geçmesi gereken bir diyalogu Türkçe çekiyorsanız, sizin derdiniz başka demektir. Sizin Kürt insanına bakışınız da başka demektir. Bu bakış egemen kültürün sömürdüğü kültüre olan bakışı.”