İslamiyet’e dair girdiğim tartışmaların üçüncüsü bu makale olacak. Her ne kadar 7 Ocak Paris katliamı bu tartışmayı tetiklemiş olsa da, İslamiyet’e dair bu makalelerde söylediklerimin bütünü bu ülkede yaşadığım hayatta bana kalanlardan ibarettir. Türkiye’de yaşıyor olmam bütün söylediklerimi bire bir deneyimlerimden çıkmasını sağladı. Kuramsal/kavramsal bir tartışmanın içinde olmadım. Bilginin kendisinin hayatın içinden, deneyimlerimizden doğan toplumsal bir üretim olduğunu düşünen uzun yıllardır buradan doğru söz ve de eylem üreten bir sosyal bilimci kimliğim ile bir aktarım içinde bulundum.

İlk iki makalede, hoşgörü ve de kardeşlik konularını tartıştım. Bu bağlamda ifade ettiklerimi “aslında bu benim hikâyem” diyen arkadaşlarım da, “gerekli gereksiz argümanlarla inancıma onlarca kez böyle saldırdığını gördüm ve daha fazla buna maruz kalmak istemiyor seni arkadaş listemden çıkarıyorum” diyenler de oldu. Ben bu tartışmanın üçüncü makalesi ile devam edeceğim. Kendi yaşam deneyimim İslamiyetin barış yaklaşımına dair bende nasıl bir şey bıraktı? Çocukluğumdan ergenliğe geçiş sürecinde televizyon ekranlarında hemen hemen her gün Irak-İran savaşına dair haberleri izlerdik. İki Müslüman ülke sekiz yıl savaştı, bir milyon kadar insan öldü, korkunç yıkımlar yaşandı. Savaştan sonra kendi halklarına ne söylediler? Hatta bu savaşın sonuçlarından bir tanesi de Irak’ın savaş sürecinde yüksek oranda borçlanması ve bunu kapatmak için Kuveyt’i işgal etmesi. Devamında gelen ve bitmeyen körfez savaşı…

16 Mart 1988'de Saddam Ordusu’nun Halepçe katliamı görüntülerini televizyon ekranlarında izlediğimde artık muhalif kimliğim belirmişti. Irak-İran savaşının bir devamı niteliğinde Saddam’ın kimyasal kullanması sonucu Halepçe kentinde Kürtlere dönük yaşanan bu korkunç katliam insan olma hallerinin bütününü bir kez daha bana sorgulattı. Okul sıralarında “İslamiyet bir barış dinidir, barış için insanlara indirilmiştir”, söylemleri ile anlatılmak istenen bir İslamiyet, ama öte yandan her gün yaşanan korkunç ölümler/katliamlar. Burada neye inanacaksın? Ben her zaman söylenenden ziyade, hayatın içinde akıp gidene baktım ve ondan öğrendim. Okul sıralarında aktarılanların benim için bir anlamı yoktu artık. Resmi eğimi sorgulamamda bu yaşadıklarımın da belirleyici olduğunu düşünüyorum.

Bunlarla birlikte “ülkem, yurttaşım, din kardeşim” diyerek kendi ülkesinin dağlarını, köylerini bombalayan bir ülke. “Ülke”nin bir yakası korkunç ölümler yaşıyor, köyler, ormanlar, tarlalar, insanlar ile birlikte evler ateşe veriliyor. Bunu yapanlarda “burası peygamber ocağıdır” diyerek yapıyorlar. Zorunlu askerlik zulmünden dolayı bu ülkenin hemen hemen bütün erkekleri bu ordunun birer neferlerdir. Giderler, “kahramanca” savaşırlar ve döndüklerinde kendi kardeşlerine, eşlerine, çocuklarına nasıl yakıp yıktıklarını anlatırlar. Bu nasıl Müslümanlık!

Yanı başında korkunç ölümler yaşanır senin için hayat kendi halinde devam ediyor. Ve sen çıkıp İslamiyet’in nasıl bir barış dini olduğunu vaaz ediyorsun. Ramazanlar oluyor, oruçlar tutuluyor, cumalar kılınıyor ama senin az ötende neler olup bitiyor umurunda değil. Umurunda olmanın da ötesinde yaşanan bütün vahşetlere yaklaşımın “ama onların da mutlaka bir yaptığı vardır, yoksa devlet niye karışsın boşuna, bak bana karışan var mı?” Yakılan köylerden, yaşana faili belli katliamlardan bir iç göç yaşanır. Yüz binlerce, milyonlarca insan bir anda yaşadıkları köylerini, evlerini, hayatlarını arkalarında bırakıp göçmek zorunda kalırlar. Senin apartman, sokak komşularındır artık bunlar. Ama sen “gene bunlar, ne iş ne ev bir şey kalmadı” derdindesin.

O’nun hikâyesini hiç dinlemedin, dinlemek istemedin. 28 Aralık 2011 tarihinde haber portallarına parça parça haberler düşer paramparça insan bedenleri ile. Sen susar beklersin. Devletin ne diyecek acaba? Aman ha yanlış bir şey söylemiş olma, devletin zor durumda kalmasın, gerisi boş… Savaş uçakları ile 34 Kürt gencinin bedenleri paramparça olur, sen “ama onlarda kaçakçılık yapmasın” buyurganlığındasın. Hiçbir görüntü seni canhıraş yeni yıl hazırlıklarından, partilerinden edemez. Ondan sonra da İslamiyet’in ne kadar bir barış dini olduğunu anlatacaksın durmaksızın, arsızca! Camiye giden, namaz kılan, oruç tutan sen “ama onlarda kaçakçılık yapmasın” dediğini hatırlatıp sorduğumuzda “ama gerçek İslamiyet bu değil”, nedir gerçek İslamiyet? Bu mudur barış?

Devam edecek