Aşağıda Nicolas Truong’un Fransız Le Monde gazetesi için Arap dünyasının önde gelen iki önemli düşünürüyle, Abdelwahab Meddeb ve Tarık Ramazan’la yaptığı söyleşinin Demokrat Haber tarafından yapılan çevirisini sunuyoruz.

Abdelwahab Meddeb, Tunus’ta doğdu, yazar ve denemeci, 20’den fazla kitabın yazarı. Paris-X-Nanterre Üniversitesi’de Karşılaştırmalı Edebiyat konusunda dersler veriyor.

Tarık Ramazan, İsviçre doğumlu, Müslüman Kardeşler’in kurucusu Hasan el-Benna’nın torunu, Oxford Üniversitesi St. Antony’s College’de Çağdaş İslami Araştırmalar profesörü, aynı zamanda Oxford Teoloji Fakültesi’nde de ders vermektedir.

ŞERİATTAN İSLAM KORKUSUNA, EŞCİNSELLİKTEN KADININ STATÜSÜNE

Yazar Abdelwahab Meddeb ve teolog Tarık Ramazan, dinin Arap devrimlerindeki rolü üzerine tartışıyorlar.

Geçtiğimiz Ocak ayından bu yana Magreb ve Maşrık dünyasında tanık olduğumuz özgürlük hareketleri post-islamist olarak nitelenebilir mi? Dinin, sorunun merkezinde olmadığını söyleyebilir miyiz, eğer öyleyse, bunu nasıl açıklarsınız?

Tarık Ramazan: Bütününde, bu süreçler kavrayışlarımızı değiştirdi ve bizi, diktatörler tarafından sunulan ve onların batılı işbirlikçileri tarafından kolayca kabul edilen biçimiyle diktatörle radikal İslam’ın karşı karşıya geldiği, basitleştirilmiş düşünceden çıkmaya zorladı. Belirlenmiş bir liderlik olmaksızın, bütün sosyo-politik eğilimleri iç içe geçiren ve diktatöre, çürümeye ve yandaşlığa karşı özgürlüğü öne çıkaran bir halkın karşısında, yaptığımız çözümlemeler kimi kez İslamcılık korkusundan İslam’ın inkârına varabiliyor. Ya da bu devrimler her şeye rağmen İslam’la ilişkilendiriliyor: Devrimler İslam adına yapılmıyor ama yine de, bağlı oldukları değerler bakımından İslami değerlere de karşı değil. İslami referans, paylaştığımız değerlerin vurgulanmasına bir engel değil. Burada İslam’a yabancı batılı değerlerden ziyade ortak evrensel değerler söz konusu. Bu, İslamcı olmadıkları için bu hareketlerin İslami olmadıklarını göstermez. Bu yüzden, dini referans, ne söylemden ne de Cuma günlerinin harekete geçirdiği eylemlilikten, bütünüyle çıkmadı.

Abdelwahab Meddeb: Post-islamist değil, ama daha çok İslam ötesi: Tunus’ta ve Mısır’da olanları böyle nitelendireceğim. Din konusu gündeme gelmedi. Bu olayların dini ya da kültürel bir kimlikle alakası yok. İnsanlar habeas corpus (beden dokunulmazlığı)’a saygı duyulmadığı için ayaklandılar. Bireyin bütünlüğüne en ufak bir saygı gösterilmedi. Bu isyan, kimliklerin ötesinde bir şey. Müslümanlar olarak değil, baskı altında olanlar olarak protestoda bulunulmaktadır. Karşı koyma, hakarete uğramış insanlık adına ortaya kondu. Güney söz konusu olduğunda, farklılığı doğuran dinle bağlantı kurmanın karşı konulmaz bir çekiciliği var. Bu yüzden İslam’ın hâkim bir din olduğu coğrafyadan kaynaklanan bütün olayları İslamcı bir şey olarak görmek batılı bir refleks. İnsana ve doğal hukuka ait bir prensip olarak özgürlük, başvurulan tek kavram oldu. Şüphesiz, bu ülkelerin kültürü ve dini bu özgürlük çağrısına köstek olmadı. Aynı zamanda, bu hareketler ne İslami ne de İslamcıydı. Ayaklananlar, bireysel özgürlüklerini ve kendilerini yöneten soyguncular tarafından reddedilen ülkeleri üzerindeki haklarını talep ettiler. Ölümü göze alarak gösteri yapma cesaretine sahip olanlar bir tek şeyi savunuyor ve istiyorlardı: Özgür bir insan olmak. Buradaki Araplar, Çinliler ya da Birmanyalılar da olabilirdi. Bunların tek referansı, bütün insanlığın sahiplendiği özgürlük, onur ve adalete duyulan özlemdi. Bu İslam/Batı bölünmesini aşan bir şey.

Tarık Ramazan: Burada biraz duralım. Bunu söylemek için oldukça erken, Tunus’ta bile, bu kitle hareketleri dini ve kültürel göndermeleri asla inkâr etmediler. Bu devrimin politik İslam tarafından sahiplenilmesini görmek istemeyen göstericiler bile, özgürlük arayışının kendi tarihleri, kültürleri ve dinleri üzerinden gerçekleştiğini düşünüyorlardı. Bugün tanık olduğumuz iç tartışmalar, sivil toplumların içinde ve değişik politik ve ideolojik akımlar arasında var olan açık gerçek bir etkileşim eksikliğini kabul etmek gerekse bile (bu aynı zamanda bu hareketlerin zayıflığı), bunun kanıtı. Dikkat çekici olan, gösterilerde Batı ve İsrail karşıtı sloganların olmaması. Burada, ne Batı yanlısı ne de karşıtı, ama kendi tarihleri ve referanslarından hareketle özgürlükleri için mücadele eden, değerler hareketi söz konusudur.

Abdelwahab Meddeb: Demokrat olmanın bin çeşidi yok. Niçin Batının geliştirdiklerinden kendimizi ayrı tutmak gerektiğini anlamıyorum. Bunlar da insana ait. Dili, kültürü, inancı ne olursa olsun, herkes kendini buna uydurabilir. XIX. yüzyıl reformcularından bu yana, Müslüman ülkelerde korkak kalıyoruz, modern politik buluşları geleneksel İslam’da daha önce mevcut bulunan usullere içselleştirme isteğinde takılıp kalmaktan vazgeçmedik: Böylece, parlamentarizmi, en iyi ihtimalle, prensin danışma konseyine benzeyen Kuran şurası ile bir tuttuk. Bu vakitsiz ve tarihe aykırı yakınlaşmalar kavramları aydınlatmıyor, tersine bulanıklaştırıyor. Tunus’ta ve Mısır’da bu yönelimlerden kaçınıldı. Halk hareketi, önce orta sınıfların daha sonra savunulan kavramlarla donanmış entelektüellerin katılımıyla genişledi: Özgürlük, eşitlik, adalet, felsefî, hukuksal, tarihsel bakış açısıyla birbirine yaklaştırıldı. Yemen ya da Libya gibi ülkelerde bu kavramsal içerik eksik kaldı. Bu yüzden, özgürlük içgüdüsü, İslami politikayla aynı olmayan geleneksel İslam’dan devşirilen tam gelişmemiş kavramlardan beslendi. Referans, gelişmiş bir kültürden ziyade gelenekten geliyordu. Görevin güçlüğü bu olguda yatıyor: Hangi öğretici çalışma, bu taleplerle uyum içinde olan içerik ve anlamı sunabilir ki! Bu devletler, halkın öğreticisi olacak modern devletin görevini üstlenmediler.

O halde, özgürleşme artık kaynak kültürden alınmış kavramlarla düşünülmüyor, ama yine de bu, İslam içinde kendine bir yer bulabilir mi? Öyleyse, demokratik kültür ile İslam kültürü arasında hiç kopukluk yok mu?

Tarık Ramazan: Demokratik değerlere davet, zorunlu olarak kültürel ya da dini alanla çatışarak gerçekleşmiyor. Kurumlarda ve kamusal alanda dinin yerini ve rolünü sorgulayan sosyal, politik hatta ekonomik tartışma olmaksızın, Kuzey Afrika ya da Ortadoğu’da hiçbir şeyin olmayacağını iyi kavramak gerekir. Genç kuşaklar, hatta İslamcılar bile, İran’a Türkiye’den daha az bakıyorlar: İslami referanslardan hareketle, gençler orada içinde kendilerini buldukları ve kendilerinin saydıkları değerleri kendi politik sistemine entegre etmeyi bilen bir ülkeyi görüyorlar. Fas, Mısır, Tunus, Yemen ya da Ürdün’de İslamcıların bir bölümü zaten çağdaş bir devlete eğilimliler. İslamcıların politik düşüncesinin kendisi bile son 30 yıl boyunca evrildi. Bu değerlerin, bu toplumların içinden çıkmış değerler olduklarını kabul ederken, içsel ve sağlam demokratik modellere götürebilecek meşru kabul edilen içerideki tartışmalara daha saygılı olmalıyız.

Abdelwahab Meddeb: Bana göre, bu olaylar bütün eğilimlerin gelişimini hızlandırdı. Diktatörle İslamcılığı karşı karşıya getiren bir yazgıdan uzaklaşılıyor. Bu, Alman ya da İtalyan coğrafyasındaki “Hıristiyan Demokrat” örneğinde olduğu gibi, Türk modeli temelinde, “İslam demokrasisi”ne doğru evrilebilir. Karadaoui, dini değil ama uygarlığı düşündüğünü aceleyle belirterek İslami referanslı sivil bir devlet önermek için İslam devletinden vazgeçtiğinde, onun fırsatçı ya da samimi mi olduğunu bize zaman söyleyecek. Bu çok önemli ayrım, benim çalışmamın merkezinde. Ancak, bu ayrım yalnızca kendimizi kuşatmadan kurtardığımızda anlamlı. Bu ayrım, kozmopolitik neo-kantçı bir çerçevede verimli oluyor. Ortak bir masa kurmak zorundayız. O halde, uygarlıklarımızın çoğulculuğundan hareketle tartışmak gerekir: Çin, Hindistan, Batı’nın yanı sıra, İslam da değerli bir katkı sunabilir. Örneğin, X. Yüzyılın sonunda, sufi Tirmidhi, bize nüansın etiğini icat ettiği Eşanlamlığın olanaksızlığı kitabını bıraktı. Bugün, “tartışma” ve “karşılaştırma”, “adaletli olma” ve “öç alma”yı birbirinden ayıran nüansları ve psikolojik durumları hatırlamak yararlı olurdu… Gelecekteki Anayasa, sadece hukuktan değil, ama aynı zamanda moral değerlerden de kaynaklanacak. Anayasa, ulusların deneyimlerinden ilham alıyor.

Arap devrimlerinin sonucunda oluşacak bu devletlerin anayasal ilkeleri neler olmalıdır? Diktatörlerin devrilmesinden sonra hâkim olması gereken değerler nelerdir?

Tarık Ramazan: 1994 yılında Uygarlıkların yüz yüze gelmesi’nde, zaten İslami devlet sorunsalını ele alıyordum. Bugün, çoğunluğu Müslüman olan toplumlarda, devrimler bir İslam devleti çağrısı yapmıyorlar. Tartışma, açık ilkeler ve esnek modeller arasındaki ayrıma dayanıyor. Tunus, Mısır, Yemen ya da Libya’da (ve ümit ederim, Arap dünyasının her yerinde) ortaya çıkacak tarihsel modeller dışarıdan belirlenmiyor; tarihleri, kültürleri ve kolektif ruh halleriyle bu toplumların ürünü. Bütünüyle yeni anayasaya vazgeçilmez beş ilke koyardım: Hukuk devleti, eşit yurttaşlık, genel oy, hesap verme zorunluluğu, kuvvetler ayrılığı. İçinde yer alınılan tarihsel model ne olursa olsun, bu ilkeler evrensel değerleri temsil etmekteler. Eğer politik dönüşümlerde din olgusuna başvurulacaksa, bu amaçlardaki ahlakîlik sorusunu sormak içindir. Toplumun bileşenleri karşılıklı moral değerlerini sorgulamak zorundadırlar: Bir ulusun temelini yapan budur. Ulus tartışması, saygı gösteren bir devletin içindeki moral değerler ve amaçların oluşturulması tartışmasıdır. İslam’da, dini olguya dayanan yukarıdan bir iktidarla, demokratik ve laik bir devletin süreci olarak görüşmelerle elde edilen iktidar arasındaki ayrıma, muhalefet eden hiçbir şey yok. Fas, Tunus, Mısır, Ürdün ve Yemen’in hepsinde dawlat madaniah, devlet ve sivil iktidar, kavramı kullanılmakta. Gerçekte çoğunluğu Müslümanlardan oluşan toplumlarda, sekülerlik ve laiklik kavramları özgürlük ve demokratikleşme süreciyle bağlantılı değil. Ben Ali, Beşar Esad, Saddam Hüseyin, Mübarek ve hatta Atatürk bile, dini daha iyi kontrol etmek ve boyunduruğu altına almak için devleti dinden ayıran diktatöryel laik modelleri dayattılar. Sekülerleşme, tarihsel olarak sömürgeciliğe ve Arap dünyasındaki diktatörlere bağlıdır; güncel tartışmaların gerçekten demokratik ve açık, içeriden gelişecek modellere ulaşmayı mümkün kılmasını akılda tutmak ve umut etmek zorundayız.

Abdelwahab Meddeb: Toplumlar, iki kavram etrafında şekilleniyor: Cumhuriyet ve demokrasi. Fransız geleneği önceliği cumhuriyete vermekte; Burgiba’nın Tunus’u ile Atatürk’ün Türkiye’si için de durum aynı. Bu iki ülkede, Rousseau’nın istediği gibi, devlet halkın öğreticisiydi. Özgürlük olmadığında, modernleşmenin zorlamaya dayanan bu politikası sosyal dokuyu dönüştürmekle nihayetlendi. Türkiye’de, Osmanlı İmparatorluğunun yönettiği çeşitlilik bile, Ermeni soykırımı ve Kürt gerçeğinin inkârına neden olarak, Cumhuriyet tarafından tasfiye edildi. Erdoğan tarafından yürütülen operasyon, demokrasiyi birinci sıraya oturtmak için, bu ilişkinin tersine çevrilmesinden ibaretti. Daha önce modernleştirilmiş bir toplum çevçevesinde, İslamcılık demokratik bir İslam’a dönüştü. Tocqueville’in Amerika’da eşitlik için söylediği gibi, Tunus’taki son olaylar, özgürlükten türeyen bir kimlik yaratarak, modernitenin ve demokrasi çağının eksik olan bileşenini getirdi. Daha önce modernleşmeyi yaşamış bu iki toplumda, şeriata atıf hukuksal yapıdan dışlandı. Hukuka uyum veren ve modernleşmeyi simgeleyen bu değerli kazanımları korumak için yasa koyucunun tetikte olması gerekir. Başka her yerde şeriata atıf, görünürdü. Zira Hukuk devletiyle tanrısal hukuku uzlaştırmak için akrobasiye gerek var. Ayrıca devletçi yapı da çürük oluyor. Müslüman Kardeşler’in kurucusu Hasan el-Benna, anayasalarında İslam’ı, dolayısıyla, yasa koyucunun tek kaynağı olarak şeriatı kabul ederek devlet dini olarak kaydeden Müslüman ülkelere çağrı yaparken, kendi içinde tutarlıydı.

Tarık Ramazan: Şeriat, çoklu anlamı olan bir kavram. Suudi Arabistan gibi bazıları şeriatı sözcüğü sözcüğüne bağlı kalarak bir okumaktalar. Diğerleri, belirli bir amaca ulaşma düşüncesiyle yorumlamayı tercih ediyorlar. Avrupa da bu tartışmayı yaşadı: Avrupa anayasasında dine referans, Avrupa’nın Hıristiyan kökleri yer almalı mıydı? Laiklik adına birileri bunu reddediyorlardı; diğerleri bunu bir çeşit ilham kaynağı olarak görüyorlardı. Bugün aynı tartışmayı Müslüman dünyasında görüyoruz. Bazıları, şeriatı normatif, her şeyin üstünde değişmez bir hukuk olarak addediyorlar. Benim gibi bazı diğerleri için de, şeriat, bize moral pistler sunan insan tarafından inşa edilen bir yapı. Anayasaya ilişkin tartışma şeriat kelimesinin özünü tartışmaya açmak zorunda. Bu olguyu yok saymak yerine, şeriata içeriden eleştirel bir öz kazandıralım.

Bu etik sorgulamaların, zorunlu olarak anayasada yer almaksızın, anayasaya esin kaynağı olması daha ilginç olmaz mıydı? Niçin, şeriatı anayasaya yerleştirme riski alınsın ki?

Tarık Ramazan: Bir toplumun çoğunluğunun referansları olan kavramları sokarak ya da çıkararak sorunları çözemeyiz. Kavramların ve politik modellerin kavranılması ve özüne ilişkin tartışmaları savunmalıyız. Güçlerin ayrılığı İslam’la çatışma içinde değil. Anayasada söz etmek ya da etmemek dışında, savunulan ilkeler üzerinden bir tartışma açmak gerekir, bu tartışma önemli. Riskli bir dönemden geçmekteyiz. Elbette, bazıları bu devrimleri sahiplenerek katı teokratik modellerini dayatmaya çalışacaklar, diğerleri Batının izlerini sürecekler, başkaları üçüncü bir yol arayacaklar: Sadece içeriden yapılacak bir eleştirel tartışma, özgür ve kendi içinde uzlaşmış bir toplumun ortaya çıkmasına izin verecektir.

Abdelwahab Meddeb: Parçalara bölmekten yanayım. Şeriata göndermede bulunmak yerine, ortak yaşamın örgütlendiği yerleşimlerdeki rasyonel kurumların yerine geçecek bir çeşit düzmece kimlikten vazgeçmeyi öneriyorum. Tarihin dayattığı kopukluklar karşısında, şeriat üzerinden sürekli kılınmaya çalışılan bir kurguyu reddediyorum. Herkesin hukuk kurnazlığı kendine. Şeriat, Arapçada yol demek. Bu yoldan bir çıkış bulmak gerek. Eğer bir reformcu, şeriatın hala var olduğu bir yerde onu içeriğinden boşaltmak için ele geçirmeye çalışıyorsa, onun müttefiki olurdum. Eğer reformcu, şeriatın daha önce kaldırıldığı yere tekrar onu getirmeye çalışıyorsa, bu bir geriye dönüşü ifade eder ki, mücadele ederdim.

Tarık Ramazan: Ben bir reformcuyum. Kendimizi uygulaması olan bir ahlakî değerler sistemi ile donatmak için, metin bilginleri ile içinde bulunulan zamanın ve koşulların bilginleri arasındaki bir tartışmaya ihtiyacımız var. Bu sonuncular arasında bazıları hiç de Müslüman değil. Bu eleştirel tartışma, kullandığımız şeriat kelimesinin terminolojik özünü tartışmak için tek yol. Yandaş ve karşıtlar arasında, bu kavram donduruldu. Şeriatı fetişleştirmek ve bundan tartışılmaz bir ilkeler bütünü inşa etmek tehlikeli, bu İslami teokratik bir olasılık. Ama bu kavram çağdaş Müslüman bilinçten çıkarılamaz. Söz konusu olan daha çok öze ilişkin tartışmadır.

Abdelwahab Meddeb: Şeriatı, bir kimlik markası olarak parçalarına ayırmak zorundayız; bu hayali bir kurgu. Niçin özgürlük ve demokrasiye uymak için şeriatın bir başka yorumundan geçelim ki? Bu, fetişizme teslim olmak demek olurdu. Halkın egemenliği ile Tanrının egemenliğini nasıl uzlaştırılır ki? Averroes, Mutlak Kitap (Traité décisif)’da, diğer kültürlerden alınanlar sorununu hatırlatır. Ona göre, her teknik buluş, insanlığın bütünü için bir kazanımdır. Tutumlu olmayı bilmek gerek. Tarık Ramazan’ı dinlerken, politik teknik enstrüman hazır elimizin altındayken, onun ex-nihilo (yoktan var etmek) olarak demokrasiyi ona şeriat hunisini dayatarak yeniden icat etmeye çalıştığı izlenimi edindim. Batı demokrasiyi icat etti; onun doğuşunu yöneten bütün, insanlık için bir kazanç: Onu geliştirmek, zenginleştirmek ve kendimize uydurmak hepimizin sorumluluğunda. Aydınlanmacılar artık Batıya değil, bütün insanlığa ait.

Tarık Ramazan: Müslüman geleneğinin örneği olarak Averroes’den alıntı yapmak, oldukça batılı bir yaklaşım! Ben kendi adıma, elde edilmesi düşünülen amaçlar ve etik bağlamında bütün Müslüman hukuk felsefesini tasarlayan XIV. yüzyılın Endülüslü hukukçusu Shatibi de dâhil çok sayıda başka düşünüre başvurmayı tercih ederim. Komplekslerden kurtulmanın tek yolu, aldıklarımızı söylemek değil, bize ait olan bir terminolojiyle eleştirel bir tartışma yapmaktır. Müslüman çoğunluktan oluşan toplumlarda, bugün, evrensel değerlerin farklı kültürlerden ve toplumlardan geldiğini anlamak gerekir. Devredilemez değerlerin yükseltilmesi, benim anlayışıma göre, şeriatla yapılabilir. Size göre, Müslüman çoğunluktan oluşan toplumların dini referanslardan esinlenmeleri ve aynı zamanda, amaçladıkları hukuklarıyla, onurları ve kadın erkek eşitliğiyle birlikte insan hakları üzerinde yükselen demokratik bir toplum meydana getirmeleri mümkün olmaz mı? Ya da bu toplumların buraya ulaşmak için İslami referansından kurtulması mı gerekir?

Abdelwahab Meddeb: Batıyı referans alma bakımından, kendimi hiçbir kompleks içinde hissetmiyorum. Shatibi’nin kendisi Roma hukukundan onun temel kavramı maçlaka’dan esinlenmekte, hukuka yaklaşım prensiplerinde bu faydaya öncelik atfetmektedir. Saf madde yoktur. Büyük fikirler, diller ve insanlar arasında dolaşmakta. Kendi büyüklüğünü kurmak için, İslam Yunanlılardan, Latinlerden, Hintlilerden, Perslerden, Çinlilerden esinlendi. Avrupalılar, İslam tarafından eğitildi. Gerçekten de, Aydınlanma çağının ilkelerinden etkilenmiş Kuran’ı okuyabilirim. Ama bunu yapmak için epistemolojik bir kopuşu kaydetmek yerinde olur. Örneğin, 5. surenin 42–50. ayetleri, şeriat mantığına bağlı yasa koyucu için, diğer tek tanrılı dinlerin inananlarına koruma statüsü sağlayan, kentlerdeki varlıklarının düşkünlük içinde de olsa görünür olmasını sağlayan dhimmis konusundaki yasanın temellerini oluşturmaktadır: “Eğer Tanrı isteseydi sizi tek bir topluluk olarak yaratırdı. Ama O, onun yarattıkları olarak sizi sınamak istedi. Tanrı için iyi şeyler yapmakta yarışın”. Şimdi, yurttaş eşitliği temelinde dhimmi statüsünün artık modası geçmiş olduğu için, bu metni başka türlü okuyacağım. Bu metinden hareketle, inançların ortak yaşamını kuran bir dinler teolojisi hazırlamak mümkündür; bu ortak yaşamın tek ölçütü, karara bağlanamaz belirsiz bir gerçekliğe eşit bir erişimdeki etik rekabettir. O halde Kuran’daki bu bölüm, Lessing de Boccace’ın, başoyuncuların İslami yerleşimin merkezinde inançlarının çoğulluğunda yollarının kesiştiği bir dram olan Nathan le sage’da hoşgörüyü açıklamak için yeniden ele aldığı üç halka parabolünün habercisiydi.

Tarık Ramazan: Bu şeriat kavramı nasıl fetiş olmaktan çıkarılabilir? Bu, yasa metniyle değil, onu eleştiriye açarak olabilir.

Abdelwahab Meddeb: Peki ama hukuk kaynaklarının benzeşmezlikleri sorunu nasıl yönetilecek?

Kuran’ın sözcük anlamı böyle bir okumayı tutucu kılmıyor mu? Özellikle, kadının statüsü cumhuriyetçi prensiplerle ya da Tarık Ramazan’ın başkasına devredilemezliğini ilke yaptığı “eşit yurttaşlık” ile çelişki içinde görünmüyor mu?

Abdelwahab Meddeb: Kuran’da bizi şoke eden kadın üzerine bölümlerin İncil’de de eşdeğerleri var. Bu Kuran’ın icat ettiği bir şey değil. Kadının statüsü, Kuran’da İncil’e göre daha bile ileri. Buradaki sorun, Müslümanların çoğunluğu (yalnızca İslamcılar değil) Kuran’ı hala ortaya çıktığı dönemlerin peygamberlere özgü koşullarını sürdüren bir sürekliliğe göre okurken, İncil’i kabul edenlerin çoğunluğunun harfi harfine yaklaşımı aşmış olmalarıdır. Zira bugün, peygamber zamanından çok uzağız. Geçtiğimiz kış mevsiminde Mısır ve Tunus’ta ayaklanan gençler kendi babalarının eğiticileri oldular. Kuran’ın bir kısmı eskimiş ve günümüzdeki koşullara göre uyarlanmalıdır. Kuran metnine yaklaşımda tarihselcilik bana son derece önemli görünüyor. Günümüzde çok sayıda Müslüman, uluslararası bir bilim olarak İslam bilimine katkıda bulunmakta, tarihselci ve filolojik bir yöntemi tercih etmekteler. Bu çalışmaların sonuçlarının çalışma atölyelerinden ortak akla dönüşmesi gerekirdi. Yapılaması gereken öğretici bir çalışmaya ihtiyaç var. Condorcet’in de arzuladığı gibi, halkın eğiticisi görevini üstlenecek gelecekteki Devlet’in görevlerinden biri bu mudur?

Tarık Ramazan: Bu sorunlar geniş olarak araçsallaştırıldılar. Hıristiyan, Yahudi ya da Budist geleneklerin kendisi de bugünkü değerlerimiz ışığında şoke edici olarak görülebilecek metinler içeriyorlar. Bununla birlikte, İslam’da, zamana uydurma geleneğini küçümsüyoruz. Sanki tarih boyunca yorumlanmamış gibi metni dondurmaya izin veriyoruz.

Müslümanların bazı uygulamalarının şoke edici olabileceğini düşünüyor musunuz?

Abdelwahab Meddeb: Evet, özellikle bazı camiler yollara taşmakta… Entegrasyon, ev sahibinin yasasına saygıyı gerektiriyor; aynı zamanda ölçülülük, pazar yeri ile ev arasında ayrım yapmayı içeriyor. İnancın gösterişli bir şekilde ifşası bir kışkırtma, fetihe, dinden dönmeye bir çağrı olarak, başkasının özgürlüğüne yönelik bir zarar verme olarak algılanabilir. Geçtiğimiz otuz yıl boyunca, İslamcılar laiklere karşı çok şiddetli saldırılarda bulundular. Tunuslu Muhammad Moro, Laikler ve satılmışlar başlığı altında, laiklerin kültürel ve politik emperyalizm için zemin hazırladıklarını göstermek istedi. Eski Müslüman Kardeşlerden, Katar kanalı El Cezire’nin vaizlerinden, aynı zamanda Avrupa Konseyi’nin fetva ve araştırmalarının kurucusu olan Yusuf el-Karadavi’ye göre, “laiklik; tarihi, kökü olmayan ve genel kabüle dayanmayan pozitif hukuku kabul ediyor ve çoğunluğun Allah’ın yasası olarak varsaydığı Müslüman hukukunu reddediyor… Müslüman hukukunun uygulanmasını reddeden laik dönektir”. Zira şeriat mektubunda, dönek, ölüm cezasına mahkûm ediliyor. Öyleyse, yukarıda bahsettiğimiz, Karadavi’nin hukuk devletine göndermesini nasıl yorumlamalıyız? Bu gösterişli bir dönüşe mi işaret ediyor? Bu Kopernik anlamında bir devrim mi? Eski söylediklerinden dönme mi? Ya da basitçe, zamanı geldiğinde devrim trenine binmek ve konjonktür uygun olduğunda onu kendi şahsi hesabına göre yönlendirmek için söylenmiş sözler mi?

Tarık Ramazan: Politikacılardan, popülistlerin yaptıkları gibi, ötekileştirme yaratmak için İslam sorununu araçlaştırmalarını durdurmalarını bekliyorum. Avrupalı hükümetler, Müslümanların genel çoğunluğu ile hiçbir problemleri olmadığını söylüyorlar: Müslümanlar yasaya uyuyorlar, ülkenin dilini konuşuyorlar ve kamuoyu yoklamaları İngiliz ve Fransız Müslümanların kendilerini yaşadıkları ülkeye ait hissettiklerini söylüyor. Bununla birlikte, şu anda, Suudi parasıyla, Müslüman inancına sahip Fransızlardan toplanan bağışlarla oluşturulan fonlara kıyasla daha kolay cami kuruluyor. Çünkü onlara güvenilmiyor, onlar izleniyor. Laiklik, Fransız İslamı’nı kontrol etmek değildir; Cumhuriyetin bağrında arabuluculuk ve İslam’ın özerkleşmesidir.

Bazı İslam ülkelerinde eşcinsellikten zina eden kadınların taşlanmasına kadar, töre sorunu en nazik konulardan ve bazılarında uygarlıklar çatışması düşüncesinin canlı kalmasına zemin yaratıyor…

Abdelwahab Meddeb: Mısır ve Tunus’ta eşcinseller var ve kendilerini savunuyorlar. Burada hukukta kabul edilmesi gereken bir olgu var. Habeas corpus kavramı, Stuart Mill’in anladığı anlamda özgürlüğün kendine güç bela yer bulabildiği İslam’da uyarlanmalığı gerekli kılıyor. “Çoğunluk tiranlığının” kötülüğünü ilan etmek gerekir. Kamunun bireyin bağımsızlığına müdahalesine bir sınır çizmek uygun olur. Bu politik despotizmden korunmak için önemlidir. Burada, insan hakları beyannamesinin ve şeriatı fetişleştiren İslami koşullarda, ırk sınırlaması olmadan evlenme, uyrukluk, din özgürlüğünü savunan XVI. madde ile düşünce, vicdan, din değiştirme özgürlüğü de dâhil din özgürlüğünü açıkça belirten XVIII. madde üzerinde ısrar etmek önemlidir. Bütün bu düzenlemeler, şeriatın anlamıyla açık çatışma halindedir. Bu maddeler, bizim için, Arap baharı sahnesinin üzerine gölgesi düşen özgürlüğe, yaşayan bir karakter kazandıran bir modernitenin sembolleridirler.

Tarık Ramazan: Seksüel davranış bakımından, İslamı, Hristiyan, Yahudi ya da Budist geleneğinden ayıran hiçbir şey yok. Eşcinselliğin Müslümanlar tarafından yasaklanması bir norm, öyleyse bu gerçeği nasıl yönetmeli. Sorun, eğitim sorunudur. Davranışları değiştirmek, diğerlerine, onların kimliğine ve seçimlerine saygı duymayı öğrenmek ve birey konusundaki yargılarımızı askıya almak gerekir: “Yalnızca Tanrı bilir”… Özgürlük kavramı, İslam’da yeni bir kavram değil. Tüm büyük İslam bilginleri hapislerden geçti. Bir entelektüel özgürlük ve itiraz geleneği var. Sorun daha ziyade cinsel özgürlük ve kişisel ahlakla ilintili. Ben kişisel olarak çarşafa ve zina yapan kadın ve erkeklerin taşlanmasına karşıyım, ama bu doktrinin içeriden değiştirilmesini istiyorum, yoksa hiçbir şey değişmeyecek. Zaten bu konu üzerine Batılı söylem değişti: Ortaçağda, Müslüman ve Arap serbestlik, sefahat ve bin bir geceyle anılıyordu. XIX. yüzyılda ise yasakçılığı temsil ediyor. Zamanın ideolojik çıkarlarına göre haremden çarşafa geçildi: Diğerini temsil eden Müslüman, mükemmel bir ötekileştirme. Moral değerler bakımından, özgürlük Müslümanların çoğunlukta olduğu ülkelerde şüphesiz problematik bir kavram: Bu tartışılmaz bir olgu ve bunu eleştirmek gerekir.

Genel olarak Avrupa, özel olarak Fransa’nın İslam korkusu yaşadığını düşünüyor musunuz?

Abdelwahab Meddeb: İslam korkusu temelde Avrupalı bir korku. Roland’ın şarkısı ve Voltaire’in Muhammed’inden bu yana, Avrupa, İslami Diğer’e ve onun reddine göre oluştu. Artık, bu hafızayı gizlemeden ama onu öğretici bir biçimde etüd ederek, birlikte yaşamak zorundayız. Öte yandan, Fransa, Cezayir dosyasının soruşturmasını tamamlamadı. Geriye, gizlenmesi değil, tasfiye edilmesi gereken büyük bir anlaşmazlık kalıyor.

Tarık Ramazan: İslam dinini kabul eden Yahudi Léopold Weiss, Batının İslam’la ilişkisinin Orta Çağın erken travmasının izini taşıdığını düşünüyordu. Zira Avrupa, negatif kimlikle kuruldu. Fransa sömürgeleştirici geçmişinden kurtulamıyor. Bu olgu bir kaç faktöre göndermede bulunuyor: Fransa’da din sorunu, İslam’dan bağımsız olarak, her zaman tutkuya neden oldu; diğer yandan, küreselleşme bir kimlik krizine neden oldu; sonuçta, algılarımız gerçeklikten kopmakta: Göçmen çocukları gettolardan çıkıyorlar, görünür oluyorlar ve entegrasyonun başarısı kızma belirtilerine neden oluyor. Bu yüzden, sembollere saldırılıyor: çarşaf, başörtüsü, minareler… Diğer yandan, Fransa ve Avrupa’da günümüzde hem sağda hem de solda kullanılan popülist söylemin normalleşmesine tanık olmaktayız. İslam korkusu, Avrupa ve bütün Batıya yerleşen ve tahrip eden yeni bir ırkçılık: Sessiz kalmak ya da seçimler dolayısıyla vaatlerde bulunmaktan ziyade bunu kabul etmek ve alt etmek cesaretini gösterecek cesur entelektüel ve politikacılara ihtiyaç var.

Abdelwahab Meddeb: Voltaire’in Muhammed’ine geri gelmek gerekirse, onu öğretmek iyi bir şey olurdu. Kurgu ve tarih arasındaki ilişkiyi keşfederdik. Ve İslam korkusunun ötesinde, bu oyun, fanatikleri üreten makineyi parçalarına ayırıyor. Voltaire’in dizelerinin azımsanmayacak bir bölümü İslamcı teröristlere uygun düşmekte. Okuyucu, sonunda, oyun yazarının, zamanında ortalığı kasıp kavuran Katolik fanatizmine çatmak için İslamcı konuyu ödünç almasının yalnızca bir hile olduğunu keşfedecek. (Le Monde / 22.04.11)

Söyleşi: Nicolas Truong

Çeviren: Ferhat İyidoğan / DEMOKRAT HABER