Kafa kesmeler, toplu infazlar, çarmıha gerilen insanlar… IŞİD yahut “İslam Devleti”nin uyguladığı vahşeti görmeyen, duymayan kalmadı. Zaten bizzat örgüt ve taraftarları, bu vahşetin görüntülerini yaygınlaştırmak adına yoğun ve etkili bir “pr” kampanyası yürütüyor.  Peki IŞİD’in caniyane performansının bir mantığı, anlaşılabilir bir hedefi var mı, yoksa bu vahşet bütünüyle akıl dışı, idraki mümkün olmayan bir fanatizmin tezahüründen mi ibaret? IŞİD karşısında haklı olarak dehşete düşmüş kamuoyu, ikinci görüşte birleşmiş görünüyor (Davutoğlu gibileri yaptıkları açıklamalarla pek de dehşet duymadıklarını gösterip “insanlıktan” nasiplerini sergilediklerinden o cenahı es geçelim). Sosyal medyada IŞİD temalı ufak bir tur mesela, örgütün eylemlerinin bütünüyle irrasyonel bir meczuplar topluluğunun barbarlığı, saf kötülüğü olarak değerlendirildiğini gösteriyor. Geçenlerde bir arkadaş, “IŞİD’in mantığı” gibisinden bir lafıma, “bunların mantığı mı var” mealinde itiraz edebilmişti örneğin. Bu tarz bir itiraz muhtemelen hayli yaygın bir kabule dayanıyor.

Oysa istesek de istemesek de, IŞİD’in canice saldırılarının ardında elbette karanlık ama aynı zamanda bilinçli ve iyi düşünülmüş bir siyasal ve askeri strateji var. Ne kadar ölümcül olursa olsun o strateji üzerinde düşünmediğimiz, o stratejinin hangi kaynaklardan beslenip hangi koşullarda başarı kazandığı hususunu tartışmadığımız sürece IŞİD’in temsil ettiği karanlıkla mücadelede bir adım geride olacağız hep. MÖ 6. yüzyılda yaşamış Çinli askeri düşünür Sun Tzu’nun ısrarla vurguladığı üzere, düşmanı tanımamak yenilgiyi garanti eden temel faktörlerden biridir. Aşağıdaki satırlar işte bu amaçla IŞİD’in “stratejik aklının” parametrelerini biraz kabaca (ve elbet “amatörce”) da olsa sunmayı amaçlıyor.

IŞİD’in stratejisini anlayabilmek için evvela onun (zaman zaman kolaylık olsun diye El Kaide etiketiyle de anılan) küresel cihad hareketi içindeki özgünlüğünü kısa ve kabaca da olsa ele almak lazım. IŞİD’in Abu Musa El Zarkavi liderliğindeki Irak El Kaide’sinin küllerinden doğduğu hemen herkesin malumu. Esasında Zarkavi, El Kaide içerisinde özgün bir konumu temsil ediyordu. Bu hususu açıklamak için merkezi El Kaide ile Zarkavi arasındaki (bazen detay görünse dahi) farklara değinmekte yarar var. El Kaide merkezine (özellikle de onun “teorisyeni” sayılabilecek Abdullah Azzam’a) göre, Sovyet imparatorluğunun Afganistan işgaliyle kaldıramayacağı kadar genişlemesi nasıl onu zayıflatmış ve bu da işgalin yenilmesini mümkün kılmışsa, Amerikan imparatorluğu da gücünün ötesinde genişlemenin bedeliyle er ya da geç karşılaşacaktı. ABD’yi öncü bir güçle (El Kaide) vurmak, onu sarsmak ve böylece de onun aşırı genişlemesinin ürünü olan zayıflığını ortaya koymak mümkündü. Bu anlamda El Kaide, Müslüman topraklarına hükmeden çeşitli rejimlerin İslam’dan şu ya da bu ölçüde sapmış olduğu cihatçı temasına sadık kalsa da esas itibariyle o sapkın rejimleri (yakın hedef) değil de ABD’yi (uzak hedef) karşısına alan bir strateji izledi.

Zarkavi’nin çizgisi işte bu noktada El Kaide merkezinin vurgusundan kısmen uzaklaştı ve “yakın hedefe” (Irak ya da Suriye rejimleri ve özellikle de İran) odaklanan bir stratejiyi belirgin kıldı. Bu tutum, “tekfiri” söylem ve pratiklerin Zarkavi çizgisi için ayrıcalıklı bir konumda olması anlamına geliyordu. Tekfirilik, kabaca, bir birey ya da grubu dinsel sapkın ya da kâfir ilan etmeye verilen ad. Dinden sapmış olduğu öne sürülen kişi ve gruplara dönük şiddet, küresel cihat hareketinin paylaştığı ortak bir özellik aslında. Bu nedenle bazen bu hareketlere “tekfiri” de deniyor. Ancak tekfiri pratikler El Kaide merkezinin stratejisinde belirleyici bir konum işgal etmezken Zarkavi çizgisi ve onun devamcısı IŞİD açısından temel önemdeler. Zaten bu nedenle ABD işgali sonrasında Zarkavi’nin Irak’ta Şiilere karşı başlattığı mezhepçi şiddet kampanyasının yoğunluğu, onu El Kaide liderliğiyle ihtilafa düşürmüştü. Bin Ladin’in yardımcısı Ayman El Zavahiri, Zarkavi’nin Şii karşıtı şiddet eylemlerinin boyutlarını açıkça eleştirmiş, esirlerin kafalarının kesilmesi gibi uygulamaları ise (ilkesel olarak değil de) propagandif olarak yanlış bulduğunu belirtmişti.

Aslında El kaide merkeziyle Zarkavi ve IŞİD çizgisi arasındaki farkları mutlaklaştırmak yanlış olur. Aynı ideolojik ve politik kaynaklardan tevarüs eden bu hareketler arasında (zaman içerisinde önem kazanan) bir yöntem, vurgu, zamanlama ve üslup farklılaşması söz konusu. Bağdadi yönetimindeki IŞİD de ABD’yi (ve elbette İsrail’i) temel bir hedef saymaya devam ediyor. El Kaide merkezi ya da çeşitli kolları da tekfiri şiddete sıkça başvuruyor. Dolayısıyla aynı kökenden gelen iki hareket arasındaki vurgu farklılıklarını, ihtilafları abartmamak, “aşırı” IŞİD ve “ılımlı” El Kaide gibi sınıflandırmalara itibar etmemek gerek. Ancak bu rezervle birlikte, IŞİD’e özgünlüğünü kazandıranın gene de bahsi geçen “nüanslar” olduğu açık.   

Aslında Zarkavi çizgisine belli bir “teorik tutarlılık” sağlayan, 2004 yılında “Vahşetin Yönetimi” (Idarah al Tavahhush) adlı kitabı yayımlanan Abu Bakr Naji oldu. IŞİD’in siyasal ve askeri stratejisini daha iyi anlamak için bu kitaba biraz daha yakından bakmak elzem. Naji kitabında, Müslüman dünyadaki “sapkın” ya da “mürtet” rejimlere karşı, onların direme kapasitelerini nihayetinde kıracak yoğun ve sürekli bir şiddet kampanyası açılması gereğini öne sürdü. Acımasız ve yıkıcı saldırılarla “vahşet bölgeleri” oluşturmak, Naji açısından merkezi önemdeydi. Devlet güçleri saldırılar karşısında zayıflarken cihadi güçlerin etki ve müdahale kapasitesi çoğalacak, iktidarın eski rejimle yenisi arasında gidip geldiği kaotik ve vahşi bir dönem söz konusu olacaktı. Neticede, devletin kısmen ya da tamamen geri çekilmek durumunda kaldığı bu bölgelerde ahali, cihadi güçlere itaat etmek durumunda kalacak ve böylece bu bölgeler İslami bir devletin (hilafetin) çekirdeğini teşkil edecekti. Yani “vahşet yönetimi”, İslami devletin nüvesini oluşturacak kurtarılmış bölgelerin ve ilkel-alternatif yönetsel birimlerin yaratılması sürecinin adı. Mezhebi ya da başka faktörler dolayısıyla toplumsal kutuplaşmayı kışkırtmak ve böylece de tarafsız ahaliyi mümkün mertebe “bizden” ve “onlardan” olmak üzere kamplara bölmek de bu stratejinin temel bir bileşeni. Naji bu süreçte yumuşak davranmanın, merhamet göstermenin yenilgiye kapı aralayan bir zayıflık göstergesi olduğunu ısrarla vurgulamıştır: “Düşmanlarımız bize karşı merhametli olmayacak; o zaman bizim de onların bize saldırmaya cüret etmeden bin kere düşünmelerini sağlamalıyız.” Naji’ye göre İslami devletin kuruluşuna temel oluşturacak kurtarılmış bölgelerin tesisi, ancak şiddetli bir terör kampanyasıyla yaratılacak kaosun ürünü olacaktı. Cihat hareketi vahşetten kaçmamalı, onu “yönetmeye” girişmeliydi.   

IŞİD elbette Abu Bakr Naji’nin yazdıklarını her duruma uygun bir reçete olarak kullanmıyor. Örgütün, Suriye’deki 1982 ayaklanmasının başarısızlığı üzerine yazdığı eleştirel değerlendirmeyle tanınan Abu Musa El Suri gibi başka düşünsel referansları da var. Hareketin “teorik” düzeyde esnek davrandığı, selefi-cihadi literatürü serbestçe kullandığı ve örgütsel düzeyde kopmuş olsa dahi El Kaide’yle anılan isimlere de atıf yaptığı biliniyor. Zaten IŞİD’in başarısının nedeni, onun “entelektüel zenginliği” falan değil, stratejik referanslarını etkin olduğu sahaya uyarlama kabiliyeti. IŞİD’in bu konuda zaten hazır olan oldukça münbit bir toprak bulduğu da aşikâr. IŞİD’in Irak’ta emperyalist işgalin ve sonra da mezhepçi Bağdat yönetiminin, Suriye’deyse Esad rejiminin şiddetinin, iki ülkede özellikle kırsal kökenli Sünniler arasında yarattığı hayal kırıklığı ve öfkeyi kontrol edip kullanmakta oldukça başarılı olduğu açık.

Toparlayalım. IŞİD’in şiddet eylemleri hiçbir durumda akıl dışı bir barbarlık örneği olarak değerlendirilecek şeyler değil. Her şey keşke bu kadar basit, bu kadar kolay olsaydı. IŞİD’in eylemleri kör bir vahşiliğin eseri değil. Tam tersine IŞİD, “vahşeti yönetmenin”, onu idare etmenin peşinde bilinçli bir stratejiyi seferber ediyor. O stratejiyi deşifre etmez, IŞİD’in modus operandi’si, yani işleyiş biçimini köklü bir sorgulamaya tabi tutmazsak “denize düşen yılana sarılır” çaresizliğiyle bölge devletlerinin emperyalist güçlerle beraber oluşturacağı IŞİD karşıtı ittifaklardan medet umar hale geleceğiz. Oysa ABD bombardımanı, Maliki ya da Esad güçleri, hatta Barzani IŞİD’i mağlup edemeyecek. Yanlış anlaşılmasın. IŞİD’in tıpkı 2006’da Zarkavi liderliğindeki Irak El Kaidesi örneğinde olduğu gibi, bir askeri yenilgiye uğraması mümkündür; hatta belli bir süre zarfında bu kuvvetle muhtemeldir. Ancak bu, ancak kısmi ve geçici bir “zafer” olacaktır. IŞİD’in temsil ettiği karanlığın küllerinden doğmasını mümkün kılan, onun belki de daha da güçlü geri gelmesinin koşullarını hazırlayan bir “zafer” olacaktır. Bu döngüyü kırmanın, IŞİD ve türevlerini nihai olarak alt etmenin tek ve zor bir yolu var. Bölgedeki karşı devrimci kuşatmanın parçası IŞİD’i, başta Kürdistan olmak üzere bölgedeki tüm devrimci-popüler güçlerin ortak eylemiyle geriletmek, ezmek. Bunun yol ve yordamlarını aramakta daha fazla geç kalmamalıyız.

Foti Benlisoy'un bu yazısı http://fotibenlisoy.tumblr.com/  adresinden alınmıştır...