Gazeteci İrfan Aktan, Anayasa değişiklik paketi, Nisan ayından yapılması beklenen referandum ve artan şiddet ortamını değerlendirdi.

Aktan, “Darbe düzeninden çok daha otoriter bir anayasayı topluma onaylatmak artık çok büyük bir maharet gerektirmiyor. Peki böylesi bir “rıza”yla kabul ettirilen anayasa, parçalanmışlığı yeniden “topluma” dönüştürüp bunu sürdürmeyi sağlayabilir mi? Dahası, toplumun rızasını sağlamak üzere şiddeti sistematikleştiren irade, egemenliğini mutlaklaştırabilir mi?” diye sordu.

İrfan Aktan’ın Gazete Duvar’da yayınlanan, “Şiddet ve düşman bolluğubaşlıklı yazısı şöyle:

Daha önce de yazdığımız gibi, Türkiye zor günlerden geçmiyor, zor günlere giriyor. Ve bu zorlu günlerden bir daha asla çıkmayacağımız hissine kapılmaya zorlanıyoruz.

Giderek sıradanlaşan şiddetin yarattığı toplumsal anomi tarihin ve toplumsalın hangi noktasında olduğumuza ilişkin tespiti zorunlu kılıyor. Aksi halde yönümüzü bulmamız imkânsız, mevcut durumu ise mutlak gibi görmemiz kaçınılmaz hale geliyor.

Türkiye “toplumu”, sürekli şiddete maruz kalan bireylerin tipik davranışlarını sergiliyor. Histerik bir hınç, katıksız bir nefret, onarılması güç bir bezginlik veya depresyon, acınası bir ürkeklik, hangi olaya nasıl reaksiyon göstereceği belirsiz bir gel-gitlilik, hakikatle ilişkilendirilemeyecek düzeyde bir sinizm ve irrasyonel aidiyet duygusu sistematikleşen şiddetin doğurduğu toplumsal psikolojinin sadece birkaç semptomu.

Bunun karşısında, daha doğrusu yanında, sürekli yeni iç ve dış düşmanlar keşfeden, üreten, bunu zorlayan devlet, kendini yeniden yapılandırmak için çeşitli “hukuki” düzenlemelere girişiyor. Yeni anayasa çalışmalarının özünü, mevcut anomiyi, yani toplumu toplum yapan bireyler arasındaki ahlaki bağın çözülüşünü, çerçeveleri çok daha mutlaklaşmış yeni bir egemenlik anlayışı etrafında toplama, daha doğrusu toparlama gayesi oluşturuyor. Peki bu girişimde muvaffak olunması mümkün mü? Evet, toplumun büyük ölçüde sindiği, olağanüstü hale rıza gösterdiği bir ortamda mümkün. Darbe düzeninden çok daha otoriter bir anayasayı topluma onaylatmak artık çok büyük bir maharet gerektirmiyor. Peki böylesi bir “rıza”yla kabul ettirilen anayasa, parçalanmışlığı yeniden “topluma” dönüştürüp bunu sürdürmeyi sağlayabilir mi? Dahası, toplumun rızasını sağlamak üzere şiddeti sistematikleştiren irade, egemenliğini mutlaklaştırabilir mi?

ŞİDDET BİR ARADA TUTMAZ

Güney Koreli yazar ve kültür kuramcısı Byung-Chul Han, “Şiddetin Topolojisi” kitabında Hegel’den alıntıyla, “insanlar devletin şiddet sayesinde ayakta kaldığını düşünür, oysa asıl harç herkesin paylaştığı temel düzen duygusudur” diyor. Han’ın işaret ettiği “düzen duygusu” bizde büyük ölçüde kaybolmuş durumda. Aleni şiddetin toplumsal depresyona veya anomiye yol açtığı bir ortamda bu duygunun yitiminin önüne geçmek için şiddetin aktörlerinden daha güçlü ve şiddet üretmeyen bir aktör olmak zorunda.

Buna mukabil Byung-Chul Han şöyle diyor: “Bir hukuk düzeni yalnız şiddet veya olumsuz yaptırımların tehdidiyle ayakta kalamaz. Şiddet, bir arada tutmaz. Şiddet sağlam bir dayanak değildir. Tersine, toplumda yoğun bir şiddetin varlığı iç istikrarsızlığa işaret eder. Yalnız şiddetle ayakta tutulabilen bir hukuk düzeni çok kırılgan olurdu. En sağlam dayanak, hukuk düzenine gönüllü rızadır. Şiddet de zaten bu ‘payanda’nın hukuk düzenini tamamen terk ettiği anda ortaya çıkacaktır.” Türkiye’de ortaya çıktığı gibi.

Şiddetin şiddeti doğurduğu bir sarmal, ancak egemen, bunun önüne set çekmeye karar verdiğinde veya şiddete karşı, şiddet üretmeyen güçlü bir toplumsal itiraz geldiğinde kırılabilir. Büyük olasılıkla  anomi veya toplumsallık vasfının yitimi, bu iki ihtimalin de devre dışı olduğu algısından türüyor.

Byung-Chul Han kitabında Sigmund Freud’dan Walter Benjamin’e, René Girard’dan Giorgio Agamben ve Gilles Deleuze’e kadar önemli düşünürlerin devlet, şiddet ve topluma ilişkin tezlerini eleştirel bir yaklaşımla özetliyor. Yazarın bu tezlere yönelik eleştirel yaklaşımından ziyade, tezlerde ortaya konan şiddet biçimlerine ilişkin değerlendirmeler Türkiye’nin mevcut vaziyetiyle mukayese yapabilmek için bu aşamada daha işlevsel görünüyor.

‘MEDENİYET DEĞİL MODERNİTE KAYBI’

Türkiye’nin girdiği olağanüstü hal “düzeninin” tahlili için sıklıkla başvurduğumuz Carl Schmitt’in egemenlik inşasına ilişkin tespitlerini aktaran Han, onun şiddete dair analizini özetlerken, Türkiye’nin “keşfettiği” çoklu düşman algısının yaratacağı krize de işaret ediyor: “Schmitt için düşmanlık kimliğin kurucu öğesidir. Ben kendini sadece Öteki’ne bir bağışıklık tepkisi içinde tanımlayabilir. Yani, der Schhmitt, ‘tek bir gerçek düşmandan daha fazla düşmana sahip olmak, içsel bir zaafın, bir bölünmenin işareti’dir. Düşmanın kesin tarifinin yapılamayışı, Kendi’nin kifayetsiz kimliğine işaret eder. Düşmanların çoğulluğu Ben’i dağıtır. Kendilik, ancak tek bir düşman karşısında tüm keskinliği ve kesinliğiyle tebarüz eder.”

Han’ın kılavuzluğunda gidecek olursak Türkiye büyük bir hızla düşmanlarını çoğullaştıran ve bu esnada “ben” duygusunu yitiren bir paradoksun ama aynı zamanda arkaik bir şiddet sarmalının içinde debeleniyor. Tanık olduğumuz korkunç vahşet olayları, kanlı gösteriler, cezalandırma sahneleri, düşman ilan etme seremonileri, linç eylemleri, modernitede dışlanmış olan şiddet biçiminin tezahüründen ibaret. Arkaik kültür ve Antik Çağ’da şiddetin sahneleniş biçimini şu şekilde izah ediyor Han: “Öldürücü şiddetin şaşaalı bir biçimde sergilenmesiyle, hükümdarın gücü ve haşmeti ortaya konur aslında. İktidar kan simgeselliğine başvurur. Gaddar şiddet iktidarın mührüdür. Şiddet gizlenmez burada. Görünürdür, apaçıktır, sergilenmektedir. Hiçbir şekilde utanmaz. Ne dilsizdir ne de çıplak; tersine, kendini anlatır ve önemser.”

O halde Tanıl Bora’nın “medeniyet kaybı” dediği linç için “modernite kaybı” veya pre-modern çağa dönüş demek belki daha doğru olur.

‘KÖTÜMSERLİĞİ DAHA İYİ GÜNLERE SAKLAYALIM’

Nitekim “modernitede gaddarca şiddet yalnız siyaset sahnesinde değil, hemen tüm toplumsal düzlemlerde giderek meşruiyetini kaybeder” diyen Han, pre-modern zamanlar için şiddeti şöyle nakleder: “Modernite öncesi zamanlarda şiddet her yerde hazır ve nazırdır, gündelik hayatın bir parçasıdır ve alenidir. Toplumsal pratiğin ve iletişimin önemli bir parçasıdır hatta. Onun için yalnız fiilen uygulanmakla kalmaz, seyirlik hale de getirilir.” Bu açıdan aslında şu an tanığı ve parçası olduğumuz vaziyet tam da modernite öncesinin tarifine uyuyor.

Bu vaziyet Türkiye’nin başına rastlantı sonucu gelmiş bir felaket değil, egemenliğin çok daha otoriter bir şeklinin tesisi için sistematik olarak örülmüş sürecin tezahürü. Şiddetin bu pre-modern halinin, yeni egemenlik hedefinin sadece bir aracı olarak değil aynı zamanda amacı haline gelmesi, toplumsal anominin başlıca sebeplerinden biri olarak görülebilir. Mevcut şiddet biçiminin sonlanamayacağına ilişkin karamsarlığımızın sebebi belki de budur. Ama kaos ve şiddetin kurucuları, karşısında herhangi bir direnç kalmadığı zaman mutlaklaşır ve bunu sürdürmek için de sürekli baş edebileceği yeni düşmanlar üretir. O, düşmansız ve savaşsız var olamaz.

Dolayısıyla biz daha filmin sonuna gelmiş, en dibi görmüş değiliz. Daha önce de yazdığımız gibi, Türkiye zor günlerden geçmiyor, zor günlere giriyor. Ve bu zorlu günlerden bir daha asla çıkmayacağımız hissine kapılmaya zorlanıyoruz. Belki de bu zorlamaya karşı bir direnç noktası olarak Eduardo Galeano’nun Bogota’daki bir duvar yazısından naklettiği şu sözü sık sık hatırlamak gerekiyor: “Kötümserliği daha iyi günlere saklayalım.” Çünkü karanlık tünel epey uzun görünüyor ve kötümserlik, umutsuzluk insanları hiçbir yere gitmemeye, yola devam etmemeye itiyor.