Gazeteci İrfan Aktan Türkiye’de son bir yılda yaşananları değerlendirdi.

Aktan, “Devlet ve onun zor aygıtları ancak karşı-hegemonyayı mutlak bir biçimde bertaraf ettiğinde durabilir. Fakat bunun için daha çok acıya tanıklık etmemiz kuvvetle muhtemel.

“Mevcut katliamcı, savaşçı söyleme karşı “başka bir dünya” talep edenlerin güçlerini birleştirmek dışında şansları yok. Peki o tren kaçırıldı mı? Haliyle, o tren henüz kaçmadı diyen herkes hedefte olmaya devam edecek” ifadelerini kullandı.

İrfan Aktan’ın Gazete Duvar’da yayınlanan, “İniş için alçalmaya başlıyoruz” başlıklı yazısı şöyle:

20 Temmuz 2015’ten bu yana tanık olduğumuz her katliam, bir sonrakini daha az sarsıcı hale getirerek devam etti, ediyor. Devlette yaşanan çürümüşlük toplumda kanserli hücrelere dönüştü. Kötülükler, baskılar, zulümler iyi halleri tarifleyen kavramların altında gizlenebiliyor artık. Failler küçük dokunuşlarla siyasi güç dengelerine göre tariflenebiliyor.

10 Ekim 2015 Ankara katliamı, bilindiği gibi KCK’nin ateşkes ilan edişinden saatler öncesine denk getirildi ve dolayısıyla akamete uğratıldı. Yine KCK’nin 20 Ağustos’ta, hükümetin nispi adımlar atması halinde “üzerine düşen sorumluluğu” yerine getirebileceğine dair açıklamasından saatler sonra da Antep katliamı gerçekleştirildi.

Katliamlar sadece bombalanan yerdeki insanları öldürmüyor. Toplumdaki pısırıklığı, sinizmi, riyayı ve giderek düşmanlaşmayı da yaygınlaştırıyor. Yaşanan katliamların “analizi” basit aslında: Abluka altına alınan bölgelerde uygulanan yıkımla IŞİD tarafından gerçekleştirilen katliamlar aynı nihayeti hedefliyor.

Demokrasi, özgürlük, eşitlik ve bunları sağlayacak ademimerkeziyetçi bir yönetimi talep edenlerin siyasi gücü bertaraf edilmeye çalışılıyor. Bunun bedeli ise şu sıralar tali görülen ama aslında asli olan toplumsallığın yitimidir.

GERÇEK MANADA ‘İÇ’ SAVAŞ

İşbu yazıyı, yan apartmanın bahçesinde pazar keyfi yapan kalabalık bir grubun mahallede yankılanan kahkahaları arasında yazmak durumundayım. Hepi-topu 8-9 saat evvel Gaziantep’teki düğünde IŞİD’in gerçekleştirdiği katliamın tesirinden ruhlarında eser yok gibi. Üstelik bu şaşırtıcı olmadığı gibi, kanıksanmış, haliyle de “meşruiyet” kazanmış bir sinizm. Kimsenin kimsenin ayıbını garipsemediği, yadırgamadığı kesif bir riyakârlık düzensizliği. Sinizmden ötesi de var elbette.

51 kişinin hayatını kaybettiği Antep saldırısı sonrasında CNN Türk’ün spikeri, olay mahallindeki muhabire “mahallede kimler yaşıyor” diye soruyor. Elcevap: “Patlamanın olduğu mahalle PKK gösterilerinin yapıldığı mahalle.” NTV’ye bağlanan bir kişi de merakı gideriyor: “Gaziantep’te yaşayan varoş kesim yaralanmıştır”.  

Ölenin kim olduğuna dair merakın giderilmesi “izleyicinin” yaşanan acıyı sahiplenip sahiplenmemesinin belirleyicisi oluyor. Ona göre belki sokağa çıkılacak, ona göre cümleler kurulacak, ona göre susulacak veya sevinilip üzülünecek. Çünkü bir süredir aslında toplumun fiilen yürütmediği bir iç savaştayız. Belki komşu komşuyu vurmuyor ama komşu kendisini yakın hissettiği gücün, hasımlık duyduğu komşusunu vurmasına ses etmiyor. Belki mesele ses edip etmemek değil, bizatihi o hasımlık duygusunu besleyen siyasi kutuplaşma ve hınç. Bu da bir iç savaştır aslında. Gerçek manada iç savaş. Herkesin kendi içinde sürdürdüğü bir savaş.

İNSAN İNSANLIKTAN MI ÇIKIYOR?

Ölü sayısı arttıkça sevinç çığlıkları koparan ve bunu da sosyal medyadan ilan etmekten haz alanlara dair örnekler vermeye gerek bile yok. Belki ekmek aldığınız bakkal veya sokakta karşılaşınca nezaketle reverans yapıp geçen komşunuzdur, kafasındaki yüzünü gizleyip ruhundaki yüzü veya kendi iç savaşını sosyal medyada dışa vuranlar. Ama hepsi gerçek ve hepsi insan. Şiddet ve şiddet eğilimi, insanı insan olmaktan çıkarmaz.

İnsan, tam da her gün gördüğümüzdür. İyisiyle, kötüsüyle. Fakat savaş derinleştikçe, katliamlar arttıkça insana atfedilen iyi değerler anlamını yitiriyor ve kötülük bir virüs gibi yayılıyor. O yüzden de hızlı bir iniş gerçekleştiriyoruz. Çakılacak mıyız, piste mi ineceğiz, şimdilik meçhul. Ama görünen o ki böylesi hızlı bir iniş, akıbete dair ne kadar umut varsa yanına katıp aşağıya fırlatıyor. Toplumda da kişiler arasında da ahlaki çürüme, karşısındakinin acısını kendi acısıyla kıyas etmekle başlar. Bu kıyas, giderek başkasının acısını hissetmemeye sürükler insanları. Dahası, Türkiye’de herkes belli bir acıya talip oluyor ve düşman bellediğinin acısını, evvelden “sahiplendiği’ -belki de aslında hissetmediği- acıyla mukayese ederek mukabelede bulunuyor.

ACI MUKAYESECİLİĞİ

“Peki sen benim acımı kınadın mı?” (Büyük olasılıkla kınamamıştır da!) “Ben ağlarken sen neredeydin?” (Büyük olasılıkla pazar keyfinde!) Ama bu mukayeseciliğin sonu, herkesin suçundan arındığı velakin herkesin suçlu olduğu bir hissizlik, siniklik ve aslında çılgınlık halidir. Hannah Arendt, “Şiddet Üzerine”de “herkesin suçlu olduğu yerde kimse suçlu değildir” diyor ve devam ediyor:

“Toplu günah itirafları, mücrimlerin ortaya çıkarılmasına karşı en iyi güvencedir ve bizatihi suçun büyüklüğü, hiçbir şey yapmamak için en iyi bahanedir. Dahası bu somut örnekte bu tür ‘itiraflar’, ırkçılığı tehlikeli ve şaşırtmacalı bir şekilde daha yüksek, daha az elle tutulabilir yerlere kaydırmaktadır.” Arendt’in “daha az elle tutulabilir yerler” dediği noktadayız işte! Belki genellemeci yaklaşımıyla tam da bu yazının kendisidir o nokta. Toplu itiraf belki de hiçbir zaman gerçekleşmedi ama toplu inkâr artık Türkiye toplumunun temel “refleksi” haline geldi.

Herkes, başkasının acısını inkâr ediyor. Evvelden “sahiplendiği” acıyla mukayeseyi başkasının acısına kalkan olarak kullanıyor. Oysa hakikaten acıyı yaşamış olanlara bakın, çocuğunu, karısını, kocasını, anne-babasını veya akrabalarını muhtelif saldırılarda kaybetmiş olanlara yani, aynı mukayeseciliği görür müsünüz? Eğer bir mukayese yapıyor olsalar dahi, onların acısını “sahiplenmiş” ama aslında acıyı bizzat yaşamamış olan büyük toplumsal kesimler-kutuplar-hizipler bunu dayatıyor.


Ne var ki, acıyı sahiplenenle acıyı bizzat yaşayan arasındaki makas genişledikçe, katliamların mağdurları görünmez hale geliyor ve tarafgirler sadece riyakâr tezahüratçılara, ırkçılara, tahrikçi ve tahripçilere dönüşüyor. Peki biz bu noktaya nereden geldik? Mevcut toplumsal halin “analizi”, iktidarın arzularında gizli: İçeride ve bölgede (Ortadoğu’da) hegemonik bir düzen kurmaya çalışan zihniyetin Makyavelist siyasetinin acı meyveleri, “toplumsalı” zehirledi.

KARŞI-HEGEMONYA

Şu anda “genelleyerek” izah etmeye çalıştığımız toplumsal durumu mümkün kılan hegemonya veya Mouffe’in tabiriyle “ulusal-popüler irade”, yahut Türkiye’deki popüler tabirle “milli irade”, elbette “karşı-hegemonya” güçlerini bertaraf etmek için toplumsal, askeri ve söylemsel savaşı amansızca derinleştiriyor ve derinleştirecek de.

IŞİD bu noktada toplumsalı yok etmeyi hedefleyen ve bunu Suriye’de kendisini yok oluşa sürükleyerek başarabilen habis bir ur sadece. Devlet ve onun zor aygıtları veya onun emellerini pekiştirecek şekilde yol alan güçler karşı-hegemonyayı mutlak bir biçimde bertaraf ettiğinde ancak, durabilirler. Zaten o zaman hegemonya, tesir kabiliyetinin hudutlarına dayanmış olacak.

Fakat bunun için daha çok acıya tanıklık etmemiz ne yazık ki kuvvetle muhtemel. Hegemonik gücün mücadelesi amansızlaştıkça toplumsal düzlemde biat ve giderek çürüme artacak. Toplumsalın sınırına dayanıldığında yani toplumsallık yok olduğunda iniş tamamlanmış olacak. Haliyle mevcut katliamcı, savaşçı söyleme karşı “başka bir dünya” talep edenlerin güçlerini birleştirmek dışında şansları yok.

Peki o tren kaçırıldı mı?

Hegemonik gücün esas hedefi, tam da bu soruya “evet” yanıtı verdirmek. Haliyle, o tren henüz kaçmadı diyen herkes hedefte olmaya devam edecek.

Trenin kaçtığını düşünüp umuduyla birlikte iktidara teslim olanlar ise hedeften çıkmak için ona hizmet de etmek zorunda kalacak, kalıyor.