“Bana Sahip diyebilirsin.”

Güçlünün zayıf olana ezeli bakışının göstergesidir bu sözcük: Sahip. Kendini farklı, daha doğrusu zayıf olanın yanında değil de yukarısında görmek, beyaz adamın kendini her şeyin ezeli ve ebedi sahibi hissetmesinin dile gelmiş halidir de aynı zaman da bu sözcük.

Daniel Defoe’un “Robinson Crusoe” romanından bahsediyorum.

Yazılmış, okunmuş, benimsenmiş ve hatta asırlara meydan okumuş bir romanı başka bir yazar yeniden yazıp yorumlayabilir mi? Zira “Evet,” dersem, biri çıkar; “O halde ‘Suç ve Ceza’ ya da ‘Savaş ve Barış’ kitabını da yazmaya kalkışsın bu fukaralar” diyebilir. Nitekim denmiştir de. Adı geçen bu iki romanın yeniden yorumlanabileceğini şimdilik kimse bize göstermedi, ya da gösteremedi. Fakat birçok edebiyat tarihçisine göre yazılmış ilk romanlardan kabul edilen Daniel Defoe’un “Robinson Crusoe” romanı Fransız yazar Michel Tournier tarafından yeniden yorumlanarak yazıldı. Üzerinden geçen bunca zaman gösterdi ki, bir hayli de başarılı bir iş çıkarmış. Bu iki romanın benzer ya da farklı özelliklerini anlatmak şöyle dursun, var olan bir roman yeniden yorumlanıp yazılabilir mi, yazılamaz mı, bu tartışmalı konu da yeni değil. Michel Tournier’in romanının yayımlandığı yıllarda da ortaya çıkmadı kuşkusuz, çok daha eskilere dayanır ve göründüğünden çok daha karmaşık bir konudur bu. Ama burada, bununla daha fazla ilgilenmeyeceğim. Bu tartışmalı konuyu zamana, bu işe merak salmış edebiyat tarihçilerine ve eleştirmenlerine bırakıyorum.

Tournier’in romanında; yazar bize ıssız bir adaya kazayla düşmüş birinin resmini göstermekle kalmaz; ilk insan, Âdem’in yalnızlığını, şaşkınlığını, doğayla ve insanla olan ilişkisini oldukça etkili tonlamalarla göz önüne serer ve daha da fazlasını. Kahramanımızın ada da yaptığı ilk eylemlerden biri (ilginçtir, belki de olağan olan budur) adayı vaftiz etmek olur. İnsanın aslında varoluşuyla birlikte kendini bir inanca ait hissetmeye ve onun ritüellerini yerine getirmeye ihtiyaç duyduğunun adeta fotoğrafı gibidir bu. Yine, Robinson ada da rastladığı ilk canlıyı (bir tekedir bu) nedensiz yere öldürür. Nedensizdir, çünkü bu canlının ona sağlayabileceği avantajları (eti, derisi, vs.) düşünerek yapılmamıştır bu eylem. Daha çok, tamamen insana ait bencil bir dürtünün kendini tatmin etmesi gibidir. Buna yakın bir dürtü adanın haritasını çıkarırken de kendini gösterir: Çizilen bir adadan daha çok kadın vücudunun haritasıdır. Yazar, romanın bu kısmında insanın doğanın en gerekli öğelerinden biri olan hayvanla mücadelesini en bariz haliyle tasvir etmiştir. Elbette ki galip gelen her zaman olduğu gibi burada da insandır.

“Artık biliyorum ki iki ayağımla üzerine bastığım yeryüzünün sallanmaması için, benim dışımda başkaları da onun üzerinde yürümeliydiler. Görsel yanılsama, serap, sanrı, uyanıkken görülen düş, düş kurma, sayıklama, işitme bozuklukları… Tüm bunlara karşı en emin siper, kardeşimiz, komşumuz, arkadaşımız ya da düşmanımızdır; ama birisidir, tanrım, birisi!..”/ (Melis Ece çevirisinden yararlanmıştır.)

Yukarıdaki paragraf, Robinson’un seyir defterinden bir bölüm, oldukça samimi görünüyor. Ama bu yanıltmasın sizi; kısa bir süre sonra birlikte yaşamak zorunda kaldığı farklı renkteki ilk insanı köle yapmaktan kurtaramaz kendisini aynı kişi.

Bu durum insanın insana olan ezeli ve ebedi yazgısı mı yoksa? Farklı ve zayıf olanı ezmek…

Roman insanlık ve insan üzerine düşünmek isteyenler için keyifli saatler sunar (benim için öyleydi). Ama bu keyifli saatler okuru daha çok bir buhrana sokar (yalnız kalmayı beceremediğim gibi başkalarıyla yaşamayı da beceremiyorum), kahramanını soktuğu gibi.

Sonuç olarak insanın insana ve doğaya dair sözü olan bir kitap… Düşlerle, sanrılarla, başkasını ve doğayı kendine göre yontmakla geçen bir hayat. Hayır, Tournier, Defoe’nun romanını yeniden yazmaya kalkışmaz, yazmaya çalıştığı şey: İnsanlık Araf’ı.