Sanatçılar ve akademisyenler "orta sınıf, burjuva-küçük burjuva" diye nitelendirilirler.

Ancak iki genel cinstirler:

1) Halktan uzak, diktatörden daha tehlikeli olanlar.

2) Halka yakın, halkla yaşamayı seçenler.

1'incisi lüzumsuz, geri dönüşümü sağlanamaz atıklardan oluşur.

Özellikle AKP iktidarı süresince her yerde mantar gibi bittiler.

2'ncisi için "toplumsal vicdan" yeterlidir. 'Ana Nehir' toplumsal vicdandan söz ediyoruz.

En önemlisi de budur. Halk, bu kesme "derin" eleştirilerle yaklaşıp bağrına basar. "Bunlar" da halktan öğrenir, halka öğretir. Her şey yolundadır yani...

Demokrasinin gezdiği sokaklarda toplumsal vicdanın parçası olmak, hayvansı bir durumdur. Devenin hörgücüne su depolaması gibidir. Doğaldır. Normaldir.

Diktarörlerin yasakladığı sokaklarda ise bunu başarabilmek çetrefilli iştir.

Deveye hörgüç takarsın. Gerekirse devenin hörgücü olursun.

"Eee, o kadar şey öğrendin. Şimdi göster bakalım marifetlerini" derler. Buna sorumlusun.

Bir akademisyen veya sanatçı tüm bilgeliğini ve yeteneğini halktan öğrenir. Halka karşı sorumlulukları bu yüzdendir. Halkçı ve hakçı olmanın bedelini bazen ağır öder. Bazen de halkını ezenlere bedelini bir "imzasıyla" ağır ödetir.

Hükümetlerin koruduğu Devlet, suçlu bir olgudur. Suçluyu korkaklar korur.

Korkaklar taş atan çocuğa kurşun sıkar, ev isteyenin evini bombalar, ambulans isteyene tank gönderir.

Korkaklar, çocuğu terörist, imzayı ise ağır silah sanır.

Bombalar insanı öldürür ama anılarını bitiremez, kenti yok eder ama tarihini silemez.

En önemlisi de...

Bombalar düşünceyi yok edemez.