Saygıdeğer ZU;

Bir istasyonda başlıyorum mektubuma. Dilimin ucunda Nazım’ın “Günlerim benziyor/bir istasyonun bekleme salonuna/gözlerim çakılı demiryoluna…” dizeleri.

Merhaba; saygıyla, sevgiyle, hasretle merhaba diyorum sana.

Aylardır bu selamı saklıyorum içimde. İçimin en derinlerinde. O yüzden olacak, büyük, kocaman bir ‘Merhaba’ bu, ta derinlerimden kopup gelen. Bunca zaman bekledim bu selam için, koşullarım yüzünden. Her gün, her an beynimin, yüreğimin kıvrımlarında büyüttüm, besledim, taşıdım, kurguladım, çoğalttım onu.

Zamanımı durdurmuştum! Yaşamıyordum! Şimdi yine, yeniden işlemeye başladı zamanım. Usul usul akıyorum hayata. Akmak istiyorum. Yazmaya başladığım anda kendimde, bu, büyüyen merhabayı iletmenin, söylemenin rahatlığını hissettim. Kendimi güzel hissettim. İyi oldum. Mutlu oldum. Sağ ol.

İstasyonlar, yeni başlangıçlar ya da bitişler için en uygun mekânlar olsa gerek. İnsana ait birçok hissi buralarda görmek, yaşamak mümkün. Ayrılıkların hüznü de, kavuşmaların sevinci de yolculuklara hazırlanan insanların yüzlerinden, gözlerinden akıyor. Bekleyiş, sabırsızlık, hatta öfke, dinginlik… Gitmek ve kalmak arasındaki o sancılı kıvranış… Her şey elle tutulur gibi canlı buralarda. İnsanın sahici olmaya en yakın olduğu yerlerden biri sanırım istasyonlar.

“Bir de hapishaneler…” dediğini duyar gibi oldum. Evet, bir de hapishaneler. Bir de hastaneler, diye ekliyorum. İnsanın acıyla, gerçek acıyla, hasretle, yoklukla, sınandığı yerler buralar değil mi?

Hele hapishaneler… Sanırım hiçbir yer ve zamanda oralarda olduğu kadar yalın, yalnız, salt kendi olarak, kendi bedeni ve zihni dışında savunma araçlarından yoksun, hayattan, doğadan, toplumdan uzak bırakılmış değildir insan. Belki de bu yüzden, saklanacak yer olmadığından, dayanılacak birileri, takılacak maske olmadığından insan, tamamen insan oralarda.

Yani neyse o.

Ne kadar varsa kendi olarak, o kadar.

Çırılçıplak!

Tepeden tırnağa salt iradesi, yeteneği, yaşama hevesi, beyni, yüreği, düşleri kadar var olduğu, var olabildiği yerler olmalı hapishaneler. İnsana ait olan her şeyden koparıldığın yerde insan gibi yaşamak, insan kalmak… Zor, çok zor bir iş olsa gerek. Yalnızca zor demek de yetmiyor sanırım. Belki olağanüstü demeliyim.

Olağanüstü koşullarda olağanüstü yaşamak!

Durup düşünüyorum, tasviri zor geliyor…

Biliyorum. Yaşadığım coğrafyada bu korkunçluğa en zalimane, en acımasızca maruz kalanlar Komünistlerdir, devrimcilerdir ki, bu ülkenin tahterevalliye benzeyen tarihi boyunca o adına hapishane denilen aygıtın içinde ezilip, tuzla buz edilip, düşündüklerinden ve yaptıklarından bin pişman edilmek istenmişler. Malum.

Siz de, şimdi komünist olduğunuzdan ötürü o aygıtın dişleri arasında ezilip, tuzla buz edilmek istenenlerdensiniz; siz de pişman ettirilmek, hatta başkalaştırılmak, mümkünse kendi düşünce ve değerlerinize karşıt hale getirilmek istenenlerdensiniz. Biliyorum.

Sana yazmaktaki amacım, ‘aman ha, kendine iyi bak, sağlığına dikkat et, umudunu yitirme, beynini, yüreğini koru’ gibi biraz öğütleyici, biraz destekleyici laflar etmek değil. Kesinlikle!

Sevgili ZU; biz seninle bu coğrafyanın herhangi bir yorgun, yoksul hanesinin sekisinde oturup, akşamüstü serinliğinde saksılardaki reyhanların aşkın kokularına kapılıp sıcak, demli çaylarımızı yudumlayarak sohbet etmiş değiliz. Biz seninle herhangi bir konunun tartışıldığı herhangi bir panelde, söyleşide de karşılaşmadık. Ne bir işçi evinde, ne fabrika önünde, ne de başka bir yerde, zamanda tanışmışlığımız da yok. Biz birbirimizi hiç görmedik. Ve hatta senin, benim yeryüzündeki varlığımdan haberin de yok.

Şimdi içimden ‘ah keşke tanışma şansım olsaydı’ diyorum ama yok olmadı. Ama bu benim sana yazmama engel değil. Hatta belki de böyle dizginsiz yazmamı bu durum kamçılıyor da. Sofrana oturup ekmeğini üleşir gibi hesapsız, belki biraz paldır küldür, rahat, hatta pervasız, kırk yıllık arkadaşın gibi yazmaya uğraşmamın ve bunu aylarca kurgulamamın sebebi ne olabilir ki?

Ben betondan bir bankta iki büklüm, dizlerimin üzerindeki kâğıtlara yazmaya uğraşırken tren hareket etmeye hazır, bekliyor şimdi. Kalkıp acele bir şekilde tuvalete gitmeli, sonra trene yetişmeliyim. Umarım oturacak yer bulabilirim…

Tren sarsılarak, sarsarak, ağır ağır hareket etti. Zor yetiştim. Tuvalete bakan, daha doğrusu bir şekilde istasyon tuvaletini geçim kapısı haline getirmeyi başarmış orta yaşlı adam paramın arta kalanını verirken o kadar ağır hareket etti ki, bayılacaktım az kalsın. Adamın, tahta bir sandalyede oturduğu eciş bücüş barakanın küçük penceresinden iç bunaltıcı bir ilahinin teypten yükselen sesi eşliğinde uzattığı bozuk paraları kaptığım gibi koşmak zorunda kaldım. Koşarken bir arkadaşımın aylar önce böyle bir tuvalete para vermemek için kavga etmiş olduğunu hatırladım. Arkadaşım umuma açık olması gereken bir yere neden para vereyim ki diyordu. Bence haksızdı. Umuma açık olan nice yerlere para veriyoruz sesimiz çıkmıyor da yol üstü helâları parsellemiş bu kendi çapında kartelleşmiş kasaba kurnazı adamcağızlara mı gücümüz yetiyor?

Uzun zaman önce Çetin Altan’ın bir yazısında okumuştum; çok eskilerde Sultan Ahmet Camisi’nin helâlarını nasılsa sahiplenmiş bir adamı anlatıyordu. O zamanlar ihtiyaç gidermek için helâları kullanmak isteyenler önce, yan yana dizili birbirinin aynısı, su dolu, renk renk plastik ibriklerden birini alırlarmış para karşılığı. Tuvaletlerin ve ibriklerin sahibi kafasına göre, tam elini ibriklerden birine uzatmışken sert bir ifade ve ses tonuyla “hayır, onu değil, diğer ibriği alacaksın!” diye buyuruverirmiş…

Sevgili ZU;

Ben bunları yazarken tren Adana’nın yoksul semtlerini ikiye ayıran raylardan çoktan geçti. Bereket ki resmi mesainin bitimine zaman vardı henüz tren hareket ettiğinde. Yoksa eskilerden bilirim ki, Adana-Mersin arasında sürekli gidip gelen bu trenler sıkış tıkış olurlar, oturacak yer bulamazsın o saatlerde. Hele bir de yazsa, Çukurova’nın taş çatlatan meşhur sıcakları inmişse, yanıp kül olduğunun resmidir!

Şimdi başımı kâğıtlardan kaldırıp oturduğum pencere kenarından dışarıya baktım. Bereketli Çukurova toprağı baharı görmüş, yemyeşil uzanmış yine. Ne büyük mutluluk! Memleketi bir ordu büyüklü küçüklü ibrikçi başı idare ediyor. Ne büyük hüzün! Avuçlarında tuttukları bir parça iktidarlarını ibrikçi başı ufuklarıyla idame ettirmek için olur olmaz yöntemler deniyorlar. Tarlalardan fabrikalara, okullardan atölyelere, hastanelerden hapishanelere her iş yerinde, her üretim tüketim kurumunda, devlet aygıtının her kademesinin başında hücre hücre, yığınla ibrikçi başı! Kâbus gibi! Ama gerçek bir kâbus!

Sen de şimdi “o kitabı değil, bunu alacaksın, orda değil, burada oturacaksın, şunu değil, bunu yiyeceksin” diyen ibrikçi başlarının hapishanelerinde tutsaksın. Ve seni o ufukları, o iktidarlarıyla düşündüklerinden, yaptıklarından, insanlığından koparmaya çalışıyorlar. Öyle mi?

Evet!

ZU gülmeli miyim ağlamalı mıyım sen söyle!

Çukurova ilkbaharını yaşıyor ZU!

Çukurova’da ilkbahar nasıldır bilirsin mutlaka! Mutlaka geçmiştir yolun buralardan! Suyunu içmişsindir, çekmişsindir sen de çeliğine o serin, ağır, tatlı, sert sudan. Bir arkadaşım Çukurova’dan geçip, suyunu içmeden Komünistin hamuru maya tutmaz diyordu.

Çukurova bu ülkenin gençliği. Gelinliği. Delikanlılığı.

Çukurova aç insanların acılarıyla dolu. Alı moru yeşili örtemiyor bunu. On çeşit kültürden insanları terleriyle bağdaştıran, yoksulluklarıyla yaşatan Çukurova!

Lâtifundialar ve fabrikalarda nesiller öğüten Çukurova! Baharı görmüş yine ZU!

Al sana çiçek açmış badem ağaçları, zehirli fabrika dumanları, al sana yağmur yüklü bulutlar, bulutların altında terli insanlar; Türkler, Kürtler, Araplar, Ermeniler, Romenler… Geride On gözlü köprü, eski çarşılar, hanlar, hamamlar, konaklar, dar sokaklarda oynayan çocuklar, eciş bücüş yoksul evler… Uzun, geniş, kuru, yeşil, sarı, akıp giden toprak…

Ve toprak!

ZU Çukurova’da, ilkbaharda, genç yaşlı, kadın erkek herkes âşıktır!

Âşık olmak zorundadır!

Bu mevsimde, bu toprakta, bu şehirde tok olamazsın, ama yalnız âşık olursun!

Yani biraz çaresiz!

Hiç çaresiz kalmamış insan ne bilir çare olmanın değerini ZU!

Tutsaklık biraz çaresizlik olmalı, ne dersin? Ama o çaresizlik içinde çare olmak, çözüm olmak çabası sendeki!

Yani sürekli bir “aşk hali” seninkisi ZU!

Biliyorum bunu!