1900’lü yılların başından itibaren bir art disiplin alanı olarak öne çıkan iletişim biliminin en önemli dayanağı “dilbilim”di. Köken olarak antik Yunan kültürüne ve Sokrates’in dil çalışmalarına dayandırabileceğimiz “dilbilim” disiplini ilk kayda değer çalışma referansını Aristo’nun “Poetika”sından alır. Dilbilim, genel olarak insanlar arası iletişimin köken bakımından parçalı olduğunu ve bu birimlerin birbirleriyle bağlantılarının bulunduğunu öne sürer. Bu birimlerde yer alan her öğe, öteki birimlerle kurduğu ilişkiler aracılığıyla anlam bulur. Bu ilişki olumlu olabileceği gibi karşıt da olabilir. Karşıtlık dilbilim disiplininin varlık nedenidir. Dili anlamak için ilişki ağını ve karşıtlık yapısını iyi bilmek, iyi incelemek gerekir.

İletişim bilimi bu temeller üzerinde kendini inşâ ederek 1950’de Amerika’da W. Schramm tarafından bir sistematiğe oturtulmuştur. İnsanların kendilerini, karşıtlarını ve şeyleri tanımlaması üzerine kurulu sistematiğe göre, doğru iletişim doğru kanaldan verilen ve çözümlenen(algılanan) mesajdır. Yani iletişimin varlığı, aktarana göre mesajın doğru algılanması; alıcıya göre ise mesaja verilen tepkimedir(feedback).

Mesajın yanlış veya eksik anlaşılması iletişim biliminde “gürültü” diye tanımlanır. İşte bu noktadan hareketle iletişim biliminin iktidar ve medya ilişkilerinde önemli işlevler üstlendiğini söyleyebiliriz. İktidarlar, hegomonik ilişkilerini sürdürebilmek için dilbilim ve iletişim biliminden medya aracılığıyla yararlanmayı başarmışlardır. Tüm dünyada ama açıktan ama demokratik görünen alternatif yollardan iktidarlar, medyayı kendi çıkarları için kullanmışlar, baskı altına almışlardır. 1970’lerin sonlarına doğru Amerikalı bir grup iletişim bilimci, İtalyan faşizminin halk tarafından neden çabuk kabul edildiğini araştıran bir çalışma yürütmüş ve sonuçta faşizmin sistem içi bir öğe oluşundan kaynaklandığını tespit etmişlerdir. Devamında faşist söylemin kitlelere erişebilmesinin, kitlelerde direnç görmeden kabul edilmesinin “Faşizmin söyleminin sokağın söylemi ile aynı oluşundan” kaynaklandığına dikkati çekerler.

Türkiye’de yıllardır devrimci medya ve Kürt medyası üzerinde estirilen baskının bugünlerde kendini “dindar/sağ” ifade eden medya üzerinde de hissettirmesi şaşılacak bir şey değildir. Toplumdan beklenen tepkilerin yükselmemesi, okumuş kesimin “aydın” şaşkınlığıyla durumu tahlil edememesi ve AKP iktidarının ne yaparsa yapsın halk desteğinin düşmemesi, tam tersine yükselmesi ancak iletişim bilimcilerin çözümleyebileceği bir durumdur. Muhalif gazete ve televizyonlara el konulması, internet sitelerinin kapatılması, sendika, dernek, vakıf yöneticilerine gözdağı ve verilen cezalar karşısında toplumda bir infialden ziyade bir onaylama durumu söz konusuysa derinlemesine tahlile ihtiyaç var demektir. Toplumu, kitleleri kazanamıyorsan ya durduğun yer ya da söylemin yanlış demektir. Kürtlerin, devrimcilerin, demokratların bu açıdan halkın söylemine yakın bir dil kullanması, kültürel kodlarını halkın anlayabileceği göstergelerle ifade etmesi daha isabetli olacaktır.

Medya üzerindeki baskıları birkaç gazetecinin tutuklanması üzerinden görmek, puzzle’ın sadece bir parçasını bulmaya benzer. Sorun, bir bütün olarak “dil-iletişim” sorunudur. Sol medyanın kullandığı “aydın” dil, kitleler tarafından anlaşılmamakta, gürültüye gitmektedir. Oysa iktidar ve yandaş yayın organları “sokak söylemi”ni kullanarak kitleleri kendine bağlayabilmektedir.

Alternatif medyanın bunca kullanıcı bulduğu bu çağda herhangi bir gazete veya televizyon kanalında yer bulmamaktan yakınmak da sadece mazeret aramaktır. Kısacası yeter ki söyleyecek anlamlı sözün, göstereceğin güzel görüntün olsun mecra da çok alıcı da çok…