Devletler, dış politikalarında uluslar arası hukukun gerektirdiği hassas denge ve diplomasiyi gözeterek çıkarlarına en uygun politikayı seçip gerçekleştirirler. Türkiye ise kuruluşundan beri çözümlemeyi bekleyen iki temel meselesini dış politikada ya yok sayıp hasır altı etmiş ya da inkar edip düşmanlaştırıcı kampa sokarak sürdüre gelmiştir. Bu iki temel çözülmeyi bekleyen mesele tahmin edileceği üzere 24 Nisan 1915 trajedisinden sonra Osmanlı Ermenilerinin can, mal ve vatandaşlık mağduriyetlerinin giderilmesi ve yine aynı dönemlerde gündeme gelmeye başlayan Kürtlerin hukuki statüsüdür. Son yıllarda bu güzergahta bazı değişimlere tanık olunsa da ne yazık ki halen kısa dönemli iktidar hesapları tüm bu değişimi bir anda tarumar edebilecek güçtedir! Çünkü milliyetçi savunma refleksleri halen iktidar hesaplarında birer cankurtaran işlevi görmeye devam ediyor. Yaklaşık yarım asır önce yaşanmış aşağıdaki öykü ise Türk iç/dış politikasını özetler gibidir.

Celal Talabani’nin hatıralarında yer alan bu öyküde; Türk yetkililerinin, 1957 yılında Mısır’da Cumhurbaşkanı Cemal Abdulnasır zamanında başlanan Kürtçe radyo yayınına karşı girişimleri anlatılıyor. O günlerin birinde Abdulnasır, Celal Talabani’yi başkanlık makamına davet eder, O da davete icabet ederek erkenden gider. Makamında başka misafirleri olduğu gerekçesiyle beklemesi istenir. Çok geçmeden Abdulnasır Talabani’yi çağırır. Görüşmede Abdulnasır Talabani’ye “senden önceki misafirlerim kimlerdi, biliyor musun?” diye sorar. Talabani bilmediğini söyler. Abdulnasır, Türkiye’nin Mısır’daki elçilik görevlileri ve Türkiye’den gelen bir heyet olduğunu söyler: “Benden Mısır’da yayın yapan Kürtçe radyonun kapatılmasını istediler. Sebebini sorduğumda ‘Bizim Kürtleri etkileyecek yayınlar yapılıyor. Bu sorunlara sebep olur’ dediler. Ben de bildiğim kadarıyla Türkiye’de resmi olarak Kürtler yok. Önlerine beyaz bir kağıt koydum. Resmi olarak Kürtlerin Türkiye’de olduğunu kabul edin. Ben’de hemen radyoyu kapatayım dedim. Bunun üzerine kızan Türk heyeti böyle bir kağıdı imzalayamayacaklarını ve Kürtleri resmi olarak kabul etmeyeceklerini söyleyerek çıktılar. ”

O günden bugüne bakıldığında Kürt ve Ermeni meselesinde takınılan tutumda çok ciddi bir değişiklik yok! Türkiye’de Kürtler halen yoklar ve hukuksal statüden yoksunlar. Suriye’de hukuki statüsünü yaratan Kürtlere karşı ise Türk yönetimi bir dönem (halen devam edip etmediği tam belli olmayan)cihatçı kelle avcılarına desteğini sunmaktan çekinmedi!

19 ve 20. yüzyılın Panislamizm ve Pantürkizm’in altüst edici trajik etkilerinden arınamamış ve yüzleşememiş bir Türkiye, sanki tüm bu olup bitenler bir kaderiymişçesine içte ve dışta bu politikaları sürdürmeye devam etmesi bugünün de temel sorunudur. Bir türlü vazgeçilemeyen bu temel vizyona “Yurtta Sulh ve Dünyada Sulh” elbisesi giydirilse de fayda etmiyor. Slogan olmaktan öteye gidemeyen bu söylem süre giden politik statükoyu bir taraftan sürdürürken öte taraftan iç ve dış politikayı iç içe geçirerek içinden çıkılmaz ölümcül bir girdaba sürüklemektedir.

1923 Lozan müzekkerelerinde Türk yetkilileri, bahsi geçen bu iki konunun çözümü için aldıkları yükümlülükleri önce unutturmaya, sonra inkara ve daha sonra da düşmanlaştırıcı bir siyasete malzeme yapmışlardır. İttihat Terakki geleneğini bilenler için bu şaşırtıcı değildir.

Ve bugünün halen çözümlenmesi beklenen acil meselesi;24 Nisan1915’in 100. yıl meselesinden çok 24 Nisan 1915 ten sonra hayatta kalabilmişlerin çocuklarının tüm dünyaya dağılmış, nüfusu 6-7 milyonu bulmuş Anadolu Ermenilerinin çözüm bekleyen meselesi ve Kürtlerin statüsüdür.

İran’ın bile mevcut iç politik gerçekliğinin ötesine geçerek somut durum gerçekliği üzerinden diyalog aracını sürdürüp kendisine uygulanan ambargoyu kaldırmayı başarabilmiş olması Türkiye’ye çok şeyler anlatması gerekir. Öyle ki İsrail ve Suudi Arabistan’ın şiddetli direncine rağmen İran’ın Batı ile kurduğu ısrarlı köprü gelecekte birçok kilit noktada daha aktif bir rol üstleneceğinin de işaretidir. Bunlar Türkiye’nin yanı başında olup biterken “komşularla sıfır sorun” ile yola çıkıp çok sorun edinmeyi başarmış Türkiye ise halen 19. ve 20. yüzyılın politik argümanları ile hareket edip AB’ye sırtını dönmeyi düşünecek noktaya gelebilmektedir!

Öte yandan; Ortadoğu’da, Kafkaslar’da ve Asya’da kartların yeniden karılacağı bu yeni dönemde Türkiye’nin dondurucuya attığı Türkiye -Ermenistan ilişkileri ise tahmin edilenin de çok ötesinde önemli olmuştur. Türkiye artık bu yönde çözüm bekleyen meseleleri daha fazla öteleme ve geçiştirme lüksüne sahip değildir! Bu nedenle de Azerbaycan-Ermenistan arasındaki Karabağ meselesi, Türkiye-Ermenistan ve Türkiye-Diaspora Ermenileri arasındaki sorunların çözümünde bir tıkaç veya şart olarak ileri sürülemeyecek kadar dayanaksız birer mazeret olarak karşımıza çıkıyor. Özellikle de Karabağ meselesinin barış içinde çözümlemesi için kurulan AGİT Minsk Grubu mevcut iken; Karabağ meselesini “iki ayrı devlet tek millet” düsturu ile öne sürmek ne akıl işidir ne de siyaset ve hukuk. Önümüzdeki günlerde, 12 Aralık’ta Erivan’da gerçekleşecek Karadeniz Ekonomik İşbirliği Toplantısı’na katılacak Türkiye, belki de tüm bunları aşarak elindeki kartları yeniden karar ve bu iki temel meselede yol alır. Yeter ki kumdan başını çıkartsın!