Türkiye'nin, Suriye'de geçen yaz Şam yakınlarında sivillere karşı kimyasal silah kullanılmasıyla bağlantılı olduğu iddiasını kaleme alan Seymour Hersh'ten sonra benzer yöndeki iddiaları Independent yazarı Robert Fisk de dile getirdi. Ayrıca konu Türkiye'de bazılarının aktardığının aksine dış basında çokça yer aldı ve almaya devam ediyor.

Hükümetin tüm bu iddialara dair bugüne kadar ciddiye alınabilecek hukuki ve diplomatik karşı bir argümanı olmadı. Hükümet ya konunun halen ciddiyetini anlayamamış durumda ya da iddiaların yalanlanmayacak boyutta ciddiyeti söz konusu.

ABD resmi makamlarının bu iddiaları yalanlaması ya da inkarı diyebileceğimiz tepkisi diplomatik ve uluslararası hukuk bakımından anlaşılabilir. Çünkü bu vahim olayın yaşandığı tarihin hemen ertesinde ABD, bu kimyasal saldırıyı da gerekçe göstererek Suriye'ye müdahale için girişimde bulunmakla meşguldü.

Şimdi ABD bu bilgiye sahip olduğunu kabullense hem o tarihteki bu girişimi çok ciddi biçimde sorgulanacak hem de bilgi sahibi olarak rol sahibi devlete dair neden uluslararası mekanizmaları çalıştırmamış olması sorgulanacaktır. Yani ABD'nin resmi olarak Hersh'in aktardığı bilgileri kabullenmemesi ve reddinin hukuki, siyasal ve diplomatik nedenlerle birçok nedeni vardır. ABD'nin açıklamasını dayanak yaparak tüm bu yöndeki iddiaların kötü niyetli, deli saçması olduğu savunusunun çok da ciddiye alınabilecek tarafı bulunmamakta.

Başbakan ve hükümetin her icraatını gözü kapalı biçimde sivil bir hareket olarak görerek, iç ve dış vesayete karşı atılımlar olarak addeden kesimin bu iddiaları bu şekilde ret ettikten sonra bu konuda geliştirdikleri diğer karşı tezi; "bu iddialar iç ve dış merkezli yapının birer komplosu olup, amacın Tayyip Erdoğan’ı Lahey'deki Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne (UCM) çıkarıp yargılama amacı taşıdığı" yönünde.

Halbuki bu savununun atladığı çok önemli bir detay var: Türkiye'deki mevcut siyasal irade, yönetimi devir aldığından beri  acemilik, çıraklık ve ustalık olarak adlandırdığı tüm safhalarda bu mahkemenin yargılama yetkisindeki birçok suçu işlemeye devam etti.

Türkiye'nin bu mahkemenin yargı yetkisini tanımamış olması bu mahkemenin gelecek zaman sürecinde Türkiye gibi hükümetleri yargılanmasından bağışıklık tutacağı anlamına gelmemekte.

Çünkü UCM henüz 12 yılını dahi doldurmamış BM bünyesinde yer alan çok yeni bir uluslarası yargı mekanizması.

Kurulması için yarım asır tartışılan ve nihayetinde kurulan, yolun başındaki bir insan hakları mahkemesinden bahsediyoruz.

İnsan hakları alanına yakınlık duyanlar çok iyi bilirler ki insan hakları hukuku statik değil sürekli gelişmeye açık canlı bir organizma gibidir. Türk hükümeti eskilerde olduğu gibi 2002 yılından bugüne bu mahkemenin yargılama yetkisine giren birçok insanlığa karşı suçu ve savaş suçunu fazlasıyla işledi, işlemeye devam ediyor.

Mesela Kürtlerin anadilde eğitim görmesinin engellenmesi, yine Alevilerin inancının hukuki güvence altına almaması, zorunlu din dersleri ile sürekli asimilasyona tabi tutması en basitinden UCM'nin yargı çerçevesini belirleyen Roma Statüsü'nün 7. maddesindeki insanlığa karşı suçlar kapsamına girmektedir. Hükümetin 1937-38 Dersim Soykırımı’ndan bugüne değin sürdürülen kültürel soykırım politikalarında hiçbir değişikliğe gitmemiş olması, aksine Dersim Kızılbaş inancının kutsal mekanları olan ziyaretlerin üzerine baraj yapmakta ve maden ocakları işletmekteki ısrarı yine bu suçlar kapsamındadır.

Buradan yine Türkiye'nin Suriye politikasına dönecek olursak eğer, hükümet Sarin gazı iddiaları dışında 2011 yılı başından beri insancıl hukuku yok sayarak Suriye'de insan avına çıkan cihatçılara her türlü yardımı yaptığına dair iddia ve bilgilerin iç ve dış kamuoyunda sürekli gündemde olmasını da önemsememektedir. Türk hükümetinin bu konuda da bugüne değin ciddi hiçbir bir savunması ya da yalanlaması olmamıştır.

Hükümetin ülkedeki Alevi, Kürt ve Hıristiyan halkların eşit vatandaşlık taleplerini sağlamaktaki direnci malum iken öte yandan Suriye'deki Alevi, Kürt ve Hıristiyan avcılığına çıkmış cihatçılara destek verdiği yönündeki bilgilere karşı suskunluğu birbirini tamamlayan vahim bir tablodur.

Son Kesseb olayında dahi orada yaşayan Ermenilerin yaşadığı trajedinin nasıl ters yüz edilerek yada sansürlenerek kamuoyuna sunulduğu bu vahim tablonun yalnızca somut olarak görünen bir uzantısıdır. Türk hükümeti tarafından desteklendiği söylenen cihatçıların Ermenilerin oradaki evlerine, kiliselerine nasıl el koydukları, yağmalamalarının ve orada yaşayan Ermenileri yerinden, yurdundan etmelerinin bile tek başına 1998 tarihli Roma Statüsünün 6 ve 7. maddeleri kapsamına girdiğini tekrar tekrar anımsatmanın ne kadar kıymeti var bilmiyoruz. Ama bildiğimiz kesin bir şey var ki o da hukuku her zaman yok sayamazsınız!

***

Son not olarak, sosyal medyada İlker Başbuğ'un geçtiğimiz günlerde başbakanla özel olarak görüştüğü bilgisi yer aldı. Eğer haber doğruysa bu görüşmede Ergenekon ve ona bağlı görülen Zirve davasının da kuvvetle muhtemel görüşüldüğünü düşünmekteyim. Umarım yanılıyorumdur. Eğer bu ülkenin geleceği ve hukuku için az da olsa bir umut kırıntısı taşımak istiyorsak artık bu davaları çeşitli pazarlıklara kurban etmeyi sonlandıralım.