İktidar partileri baskı politikası, hak ihlalleri, hukuksuzluklar, yasa dışılıklar tam gaz giderken birden hukuk reformundan bahsetmeye başladılar, devam da ediyorlar.

Gün geçmiyor ki ağızlarında insan hak ve özgürlükleri ile taban tabana zıt söylemler, uygulamalarında insan hakları ihlalleri eksik olmayan Cumhurbaşkanı Erdoğan ve MHP’nin lideri Bahçeli hukuk reformunu dillerinden düşürsün.

Yolsuzluk ve hukuksuzlukları artık gizlenemeyen iktidarlarını kaybetmemek için tek adam rejiminin keyfiliğine ve otoriterliğine sarılan ikilinin, bu tutumlarıyla çelişen reform söylemlerindeki pişkinliğe, alemi sersem sayışlarındaki cesarete pes dememek mümkün değil.

AKP ve MHP’nin hukukta reform aldatmacasına girmeden önce hukuka ve onun reforme edilmesine dair birkaç söz söylemek gerekiyor.

Tarihsel araştırmalar, yakın tarihimize, hatta günümüze kadar uzanan kabile topluluklarının yaşamları hukukunun, ezelden beri var olan bir kurum olmadığını ortaya koyuyor.

Sınıf farklılıklarının olmadığı, eşitlikçi, dayanışmacı toplumlarda belirli kurallar olsa da, bunlar, üstün bir otorite tarafından belirlenmiş ve bugünkü gibi sistemleşmiş zor mekanizmalarıyla yürürlükte kalan, bir devleti ve onun zor aygıtlarını gerektiren, hukuki nitelikte düzenlemeler değildi. Yaşamın doğallığında oluşan gelenekler toplumsal ilişkileri belirliyordu ve bu gelenekleri ihlal edenler topluluğun bireylerinden soyutlanmış ayrı bir güç odağı oluşturmayan, ileri gelenlerin kararıyla toplumdan dışlanmakta, küçük düşürülmekte, zararı tazmin etmeye zorlanmakta, kimi durumlarda öldürülmekte ya da intihara sürüklenmekteydi. Sınıf öncesi kuralları hukuk kapsamında değerlendiren görüşler olsa da bunların devlet otoritesini ve bugünkü anlamıyla hukuku kapsamadığını düşünüyorum.

Esas olarak sınıfsal ayrımlarla beraber ezenlerin çıkarlarını ve varlıklarını savunmak için devlet kurumuna ve onun olmazsa olmaz parçası olan yasalara, yasaklara, polis ve mahkeme teşkilatlarına yani hukuka ihtiyaç duyulmasına neden oldu.

Egemenlerin iktidarlarını ve zenginliklerini korumak için hukuk sistemleri güçlendirildi, karmaşıklaştırıldı, sürekli biçimde egemenlerin lehine “reforme” edildi.

Ezilen sınıfların iktidarlara karşı güç kazandığı ülkelerde ise reforme edilen hukukta bu sınıfların çıkarları, belirleyici olmasa da kısmen yer alabildi.

Türkiye toplumunda kapsamlı denebilecek hukuk reformları ise orta sınıfların baskıları var olsa da esas olarak batıyla ilişkileri belirli bir rotaya sokmak isteyen egemenlerin çıkarlarını korumak gayesiyle ve Tanzimatla birlikte devreye sokuldu. Cumhuriyet dönemi dahil emekçi halk kitleleri takip eden reformlardan çok sınırlı ölçüde yararlanabildiler.

1960 Anayasası sonrası dönemdeki hukuk reformlarından işçi sınıfı ve ilerici kesimlerin payına düşenler gerici iktidarlar ve 12 Mart darbesiyle engellendi. 12 Eylül ise hukukta göstermelik de olsa emekçiler yararına reformların sonunu getirdi.

2000’lerde AB ile ilişkiler çerçevesinde ve büyük çoğunluğu AKP iktidarı tarafından gerçekleştirilen ve uyum paketleri olarak adlandırılan ve aslında epey kapsamlı (idam cezasının kaldırılması, gözaltı sürelerinin düşürülmesi ve gözaltında avukatla görüşmenin sağlanması, dernek kurmanın ve faaliyetlerinin kolaylaştırılması, uluslararası sözleşmelerin iç hukukta önceye alınması, parti kapatmaların zorlaştırılması vd.) hukuk reformlarından bize kalan cezaevlerindeki binlerce siyasi mahpus, kayyum atanan belediyeler, tutuklu milletvekilleri, kapatılan partiler, gazeteler, dernekler, çözümsüz bırakılan Kürt sorunu vb.dir. Bu “reformların” Kürdüyle, Türküyle, diğer halklarıyla emekçi kesimler için değil, AB ve batı ile ilişkileri olabildiğince geliştirip işbirlikçi zenginleşmelerini kolaylaştırmak isteyen, toplumun % 1’ini bile oluşturmayan hakim sınıflar için yapıldığı sonuçlarından belli.

Bugünkü hukuk reformu iddiaları da çok açık ki, hakim sınıfların göbekten bağlı oldukları batı sermayesinin son yıllarda yaşanan aşırı hukuksuzluklardan, devletin dünyadaki paktlar arasındaki kontrolsüz salınımından duyduğu ürküntüyü bir nebze gidermeyi amaçlayan Osmanlı tarzının bir devamıdır.

15 Temmuz darbe girişiminden sonra, önceki dönemin suç ortaklarının mallarına hukuksuz ve keyfi el koymalar, devlet kaynaklarının büyük beşli çeteye ve küçük çete ortaklarına peşkeş çekilmesi, kamu yatırımlarının ihalesiz yandaşlara verilmesi, geçiş-yolcu garantili yollar, havalimanları gibi yatırımlarla akıl dışı paraların devletin kasasından bir takım yerlere, şirketlere aktarılması, yandaş olmayan sermaye kesimlerinin bu talandan nasiplenememeleri, gizlenmeye çalışılan Sayıştay raporlarında bile gözüken yolsuzluklar, merkez bankasının 120 milyar dolarlık rezervlerini tüketen keyfi para politikaları, enflasyon ve işsizlik oranlarının gizlenmesi, dış siyasette saldırganlığın kontrol dışına çıkma alametleri batılı sermaye odaklarını korkutmuş durumdadır.

Volkswagen’in CEO’su Herbert Diess’in, "Savaş meydanın yanına temel atmayacağız" sözlerinin ardından şirketin Türkiye’yi güvenli bulmadığı gerekçesiyle yatırımdan vazgeçmesi bu gelişmelerle ilintilidir.

Amerikan Wall Street Journal gazetesi, yılın ilk yarısında yabancı yatırımcıların Türkiye'de tahvil piyasasından 7 milyar dolar, hisse senedi piyasasından 4 milyar dolarlık çıkışa imza attığını yazdı. Borsa İstanbul’da yabancı payının 16 yıl sonra ilk kez yüzde 50’nin altına düştüğünü belirten WSJ, ülkede ödemeler dengesi krizi riskinin arttığına dair spekülasyonların ortaya çıktığını aktardı. (https://artigercek.com/haberler/wsj-yabanci-yatirimci-turkiye-den-kaciyor-yilin-yarisinda-7-milyar-dolar-cikti)

Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) bünyesinde faaliyet gösteren Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı’na (TEPAV) göre ülkeden yerli sermaye çıkışı da artıyor. (https://tr.sputniknews.com/turkiye/201901221037218194-tepav-turkiye-sermaye-cikisi-hiz-kazandi-uc-bucuk-milyar-dolar-yurt-disina-gitti/)

Deutsche Welle’nin haberine göre Son 5 yılda yabancı sermayenin doğrudan yatırımları yüzde 54 geriledi, “Hazine’nin iç borçlanma senetlerindeki yabancı payı da görülmedik düzeyde düştü. Türkiye’nin Devlet İç Borçlanma Senetleri'ndeki (DİBS) yabancı payı 2017’de yüzde 20 seviyesindeyken bu oran son dönemde yüzde 4’e kadar geriledi. Yalnızca Ocak-Mayıs 2020 döneminde ise yabancılar 40 milyar liralık iç borçlanma senetlerini satarak Türkiye‘yi terk etti.”

Piri Reis Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Kaya Ardıç’a göre, OECD ülkeleri içerisinde 'siyasal hak ve özgürlükler' sıralamasında son, 'hukukun üstünlüğü' endeksinde ise 126 ülke içerisinde 109’uncu sırada olduğuna yatırımcılar Türkiye ekonomisine ilişkin riskleri üstlenmek istemiyor. Prof. Ardıç, "Niye riskli buluyorlar derseniz, makro ekonomik göstergelerdeki bozulmadan önce Türkiye’deki hukuk ve yönetim anlayışındaki bozulmayı görüyorlar" şeklinde konuşuyor.

Prof. Ardıç’a göre bu olumsuz tabloyu geri çevirmenin ve yatırımcıların yeniden Türkiye’ye yönelmesini sağlamanın yolu ”demokrasiden geçiyor". (https://www.dw.com/tr/t%C3%BCrkiye-yabanc%C4%B1-yat%C4%B1r%C4%B1mc%C4%B1ya-g%C3%BCven-vermiyor/a-54335209)

İşin özü yabancı sermayenin demokrasi, insan hakları ve özgürlükler ile ilgilendiği kısmı gerçeği yansıtmıyor. Batıyı olduğundan farklı göstermenin bir anlamı, gerçekliği, önemi yok, zararı var. İnsan hakları ihlallerinin en yoğun yaşandığı ülkelere yönelik yabancı sermaye yatırımlarının, silah satışlarının seyri, bu ülkelerle ekonomik ve siyasi ilişkilerin düzeyi incelendiğinde, sermayedar batılı ülkelerin kesinlikle insan hakları ile ilgili olmadığı ortaya çıkıyor. Ama asgari hukuk ilkelerinin yürürlükte olması güvenli bir şekilde yatırım yapmaları ve ekonomik çıkarlarını korumaları için önemli. Türkiye’de gittikçe bozulan ve çürüyen de bu hukuksal altyapı.

AKP-MHP iktidarı işte bu güveni tekrar sağlamak, zenginliklerini ve iktidarlarını sürdürmek için kimi “reformlar” yapmaya hazırlanıyor. Bunların nasıl reformlar olacağı Demirtaş’ın bağımlı yargı kararı bile olmadan terörist ilan edilmesinden, mafya lideri Alaaddin Çakıcı’nın muhalefetin üzerine salınmasından, başta HDP milletvekilleri ve Kemal Kılıçdaroğlu hakkındakiler olmak üzere soruşturma fezlekelerinin meclise gönderilmesinden, gazetecilerin, avukatların, siyasi parti üyelerinin tutuklanmasından, Anayasa Mahkemesi (AYM) kararlarının uygulanmamasından, AYM’nin baskı altına alınıp iktidar yanlısı kararlar almaya zorlanmasından, yargıya alenen talimatlar verilmesinden, Kürt sorununun yok denmesinden, içişleri bakanının çekinmeden yargısız infazları savunmasından, işkence, infaz haberlerini yapan gazetecilerin tutuklanmasından, iktidar ortağı MHP’nin HDP’yi kapatma kampanyasından ve üyelerinin haşereler gibi imha edilmesi çağrılarından, muhalefetin düşmanlaştırılmasından vs. belli oluyor.

Bahsettikleri hukuk reformu batıya sadece para kazanmada, zenginlikler yaratmada kuralsızlıkların azaltılmasını vaat ediyor. Yanına belki bir iki küçük göstermelik, hak ve özgürlüklere uzaktan el sallayan soslar da ekleyecekler. Bunlar tabii ki 2000’lerdeki tarihsel yalan kampanyası gibi kapsamlı olmayacak. Kaldı ki olsa da ne yazdığını yaşayarak gördük.

Hukuk ortaya çıktığından beri büyük oranda egemenlerin çıkarları doğrultusunda reforme edildi, değiştirildi. “Yok kanun yap kanun” mantığıyla mevzuat değiştirildi. Genel itibariyle reformlardan kasıt, egemenlerin iktidarlarını daha iyi sürdürecek düzenlemeler oldu. Bu da farklı olmayacak.

2000’lerde ve sonrasındaki hukuk reformları gerçekten siyasi ve toplumsal hayatı da reforme edebilseydi bugün ne yüzlerce gazeteci, avukat, belediye başkanı, siyasetçi, Demirtaş, Kavala, Ahmet Altan gibi şahsiyetler içerde olurdu ne de bırakın kendimizi ifade edebilmeyi, özgür siyaset ve sivil toplum faaliyeti gerçekleştirmeyi nefes almada bile zorlanır olurduk.

Halk yoksulluktan kırılırken kendilerine ve yandaşlarına milyarlar akıtanlar, binlerce siyasi mahpusu iktidarları için cezaevlerine tıkanlar, insanlar işkenceden kırılır, helikopterlerden atılarak öldürülür çıplak bedenleriyle sırtlarından vurulur, cenazelerimiz yerlerde sürüklenirken bu vahşetleri savunanlar saltanatlarını sürdürür ve suçlarından dolayı hesap vermezlerken kağıda yazdıkları ne olursa olsun bir şey değişmeyecektir.

Hukukta reform ancak söz, gösteri ve örgütlenme hakkı güvenceye alındığında, yargı bağımsızlığı sağlandığında, hakimler, savcılar iktidarın basit birer piyonu olmaktan çıkarıldığında, halkın seçilmiş temsilcilerinin tutuklanamayacağı, görevden alınamayacağı düzenlemeler getirildiğinde, işkenceciler ve devlet adına cinayetler işleyenler cezalandırıldığında, kim yaparsa yapsın yolsuzluğa bulaşanlar yargılandığında, devletin sınır dışı insan hakları ihlallerini sınırlandıracak, gerçekleşmesi halinde yargı önüne getirecek düzenlemeler getirildiğinde mümkün olabilir.

Böyle bir reform ise ne mevcut iktidar tarafından ne de demokrasi, hukuk ve insan hakları konusunda somut, bütünlüklü, ciddi bir perspektifi, yönelimi olmayan, emekçi çoğunluk ve ezilen halklar ile arasına ciddi mesafeler örmüş, soyut demokrasi söylemleri ile iktidarın kendiliğinden düşmesini bekleyen Millet ittifakı ve olası bileşenleri tarafından gerçekleştirilebilir.

Gerçek anlamıyla hukukta reform, hukuku doğumundan beri emekçi yığınları ezmek için kullanan egemen azınlığın iktidarını sonlandıracak, insanlığa, doğaya zarar veren bu gücü tarihin çöp sepetine atacak ilkelerle ve gerçek bir halk hareketi ile birlikte yeniden düzenlediğimizde mümkün olabilecektir.

Ancak bunlar gerçekleştirildikten sonra hukuka ihtiyaç duymadan dayanışma ve paylaşmaya dayalı bir sistemde yaşama olanağının olabildiğini görebiliriz.