Gilgameş’in uğruna bir ömür harcadığı ölümsüzlük bitkisine inanmadık elbette. İnsanları ölümsüzleştirecek şey bu değildi. “Fiziki” ölümden kutuluş yoktu. Gilgameş bunu farkettiğinde, binlerce insanın ölümüne sebep olan surları, sarayları ve orduları çoktan kurmuştu. İnşa ettiği bu devasa yapılar ise ölümlülüğünün göstergelerindendi.

Tarih boyunca, fiziki ölümsüzlüğü arayan  insanlar öldürmeyi seçti.

Hem de binlerce, yüz binlerce, milyonlarca insanı öldürdüler. İnsanlara ölümlerden ölüm beğendirirken, kendilerinin ölümsüzlüğü araması, tarihin korkunç bir ironisi olarak kaldı. Asit kuyuları, gaz odaları, giyotinler ve kimyasal silahlar ile öldürülen milyonlarca insanı “yaşam” sözcüğüyle andık. Bunları katledenlere de “ölüm”ü yakıştırdık.

Ne gariptir ki, ölümsüzlüğe erişenler de hep bunlara direnen halkın insanları oldu. Kahramanlar, öldürülenlerdi. Geride bıraktıkları, arkalarından "rahmet" okudu. Mezarlarını en güzel çiçeklerle süsledi.

En güzel dileklerle anılıyorlar. Milyonlarca insanın "kalbinde yaşıyor"lar. En güzeli de adlarına şiirler yazılıyor, şarkılar söyleniyor. İnsanlar, anılarıyla umut doluyor.

Kahramanların büyük gücünün adı çok güzeldi: “Umut”.

Yahudi kamplarından delirmeden sağ çıkanların, aklını ve inancını koruyan en büyük şey umuttu. Cizre'de yüzlerce insanın katledilişini gördükten sonra direnmeye devam eden Ana'nın yaşama tutunabilmesi bize umuttur.

Umutsuzluğumuz başımıza en büyük bela.

Suruç-Kobanê sınırından, Kobanê’de Işid’e karşı savaşan oğlu ve kızına zılgıtlarıyla moral vermeye çalışan 70 yaşındaki bir Ana’nın umut dolu gözlerini hatırladıkça, 22 yaşındaki bir gencin “her şey bitti, her şey eskisinden daha kötü oldu”ları katlanılacak gibi değil. En büyük tahammülsüzlüğümüz umutsuzluğa karşı olmalıdır oysa.

Katiller neyi bekler? Kurbanın umutsuz kalmasını.

Baksanıza. Umutsuz kalırsak, hepimizi öldürecekler.