Sıkıyönetim dönemlerini yaşadık. Hiç birimizin hafızasında kapısı kırılarak girilen bir gazete, yargı kararı olmadan el konulan bir şirket yok. Olsa da yadırgamazdık, en nihayetinde askerler yönetime el koymuştu. Askeri yönetim demek, bütün hak ve özgürlüklerin gaspı demekti zaten.  Darbe olduğunda bile en azından kendi belirledikleri askeri hukuka uydular. Gazeteleri kapatırken bile kendi hukuklarını gerekçe gösterdiler.

O süreçleri nasıl hatırlıyoruz?

Kapısı kırılarak girilen evler, stadyumlara doldurulacak kadar çok sayıda insanın tutuklanması, askeri hukukla yargılanması, işkenceler, idamlar; sanattan spora yaşamın her alanına müdahale, estetik algının aşağılara çekilmesi; YÖK’ün getirilmesi ile eğitimin içinin boşaltılması, başörtülü öğrencilerin okula girmesinin engellenmesi ve her tür eleştirinin yasaklandığı, siyasi parti liderlerinin tutuklandığı bir dönem.

Gençler darbe günlerini görmedi ama demokrasiyi de henüz göremediler. Belki aralarında bugün tanık olduklarını demokrasi falan zanneden olabilir diye o günlerden biraz bahsetmek gerekir. Anlasınlar ki; son birkaç yıldır, dozunu giderek artıran bu baskı, şiddet ve katliam günleri, var olan buçuk demokrasinin de Saray darbesiyle yok edilme teşebbüsüdür.

‘Buçuk’tan kast ettiğim henüz partilerin kapatılmamasından, liderlerinin tutuklanmamasından ibarettir. Gerisi birebir aynı.

AKP’li avukatlar özel bir yasayla yargıç yapıldı.

HSYK doğrudan AKP’ye montajlandı.

Seçilmiş siyasetçi ve belediye başkanları onar onar içeri alındı.

Peyderpey alındıkları için bir stadyuma doldurma ihtiyacı doğmadı, bir stadyum dolusu onar onar hücrelere tıkıldı.

İşkenceler yalnız hücrelerde değil meydanlarda, ara sokaklarda, kapalı mekanlarda tanıklar önünde yapıldı.

İdam cezası ‘Vur’ emrine çevrildi, bebeklerden yaşlılara her yaşta insan, evlerin odasında, ara sokaklarda, meydanlarda infaz edildi.

Sokağa çıkma yasakları ilan edildi, keskin nişancılar evinin camından bakanı, bahçesine çıkanı alnının ortasından vurdu.

Roboski’den Ankara’ya bütün katliamlar  ‘gizlilik’ kararıyla, örtbas edilmeye çalışıldı.

Kürt medyası ve muhalif medyaya internet yasakları getirildi. Muhalif basın çalışanları kaçırıldı, tehdit edildi, işkence yapıldı ve kurşun yağdırıldı.

Kürt gazeteci Kadri Bağdu güpegündüz öldürüldü,  sorumluları ceza almadı.  Yerine “Katilleri kaçırıldı” dediği için avukatı Tugay Bek’e soruşturma açıldı.

‘Merkez medya’ da darbe teşebbüsünden nasibini almaya başladı. Hürriyet gazetesi AKP’li bir vekil tarafından basıldı, Erdoğan’ın sık söz ettiği vandallığın en ‘şahane’ örneği sergilendi.

Ahmet Hakan yine AKP’li bir çete tarafından saldırıya uğradı.

Haksızlık etmeyelim; askeri darbeyle arada küçük bir fark var. Askeri darbe günlerinde bile Dünya, canlı yayınla bir medya grubunun nasıl susturulduğunu izlemedi.

İpek Medya Grubu’na “geçmiş olsun” demeyeceğim. Tersine AKP’ye “Geçmiş olsun” diyorum.

Tarihe yalnız uzun bir kanlı sicille geçmeyecekler. Siyaset bilimine ‘sivil darbe’ başlığı ile örnek olarak da girecekler.    

Kendilerine, ama özellikle de Erdoğan’a teşekkür etmeliyiz.

Döve döve, öldüre öldüre, zulüm ede ede demokrasi standartlarının değerini herkese öğrettiği  için.

“Hak”, “hukuk”, “adalet” kavramları yerine dolaşıma sokulan “vicdan”, “merhamet”, “iman” gibi kavramların bir ülkeyi sürükleyeceği uçurumu uygulamalı olarak gösterdikleri için.

Teşekkür etmeliyiz; Kürt medyasının da “zulme uğrayanlar” arasında sayılmasına neden olduğu için.

Teşekkür etmeliyiz; Nazlı Ilıcak’a bile “Biz de solcular gibi zulme direnmeyi öğreniyoruz” dedirttiği için.  

Doğrusu ben 1 Kasım’dan sonra da Erdoğan ve ‘Saray Beşlisi’ne teşekkür edeceğimize inanıyorum.

Ezilen, yok sayılan, sömürülen, haksızlığa uğrayan tüm kesimlerin, sivil ve resmi darbeyi birlikte savuşturmasını sağladığı için, yeni bir demokrasi inşa etme paydasında buluşturduğu için!