Erdoğan’ın esnaftan ve çalışandan “helallik” istemesi üzerine, hak sahibi olan vatandaşların sabrı taştı. Artık ailece oyunu Ak Partiye veren ve bu pandemi döneminde zor bir duruma düşen esnaf ve çalışanlar da can derdinde olmalarının dürtüsü ve endişesi ile kendi hallerinden, vaziyetlerinden ve koşullarından yakınmaya başladılar. Kaldı ki “helallik isteme” müessesesi, dinimizde belirli durumlarda başvurulan bir yöntemdir. Şüphesiz bir veda ve/veya vicdan muhasebesi çağrışımı da içerir. Hakkı geçenin, hakkını helal etmeme ve/veya hakkını almayı ahiret tarafına bırakma salahiyeti bulunmaktadır. Bir de bu söz aynı zamanda bir hakkın yenmiş, çiğnenmiş ve ihlal edilmiş olmasının dolaylı kabulü niteliğindedir. Her ne yandan bakarsak bakalım, bu ifade ve talep, içerik, tarz ve netice bakımından, Türkiye’de laikliğinin helvasının çoktan yenmiş, ağızların silinmiş, ellerin yıkanmış olduğunun pek açık ve bariz bir kanıtı hükmündedir.

Pandemi dönemi, pragmatist ve popülist idareler tarafından otoriterleşmenin yeni bir bahanesi olarak kullanılmaya ve demokrasi zemini daha fazla yıpratılmaya başlandı. Pandemi korkunç bir yoksul ve işsiz kitle doğurdu. Sosyal devlet anlayışı tek kelimeyle çöktü. Kırılganlıklar ve eşitsizlikler önemli ölçüde arttı. Günlük hayatta yaşanan yabancılaşma ve korku faktörü, halkı ve seçmeni birey olmaktan soyutlayıp, daha çok tebaa ve mürit formuna sokmuş durumda. Ece Temelkuran bu hale “korku terörizmi” adını takmış. Halen seçimler yapıldığı için Türkiye "yarışmacı otoriter rejim" olarak tanımlanıyor. Dürüst seçimler bakımından Türkiye dünya üzerinde 153. sırada.

Yaşadığımız bu topraklarda derin devlet denildiği ve foyaları ortaya döküldüğü zaman, bundan 15-20 sene önce, utanç duyulurdu. Şimdi ise ülkemizde öyle bir ortam ve halkımızda öyle bir duygu durumu oluştu ki, derin devlet Türk milletinin ve on binlerce yıllık bir geçmişi olan Türk devlet tecrübesinin olmazsa olmazı, bizzat nüvesi, özü ve en tehlikelisi de koruyucusu olarak kabul ediliyor. Bununla kalınmıyor, Allah’ın kelamının (Îlâyı Kelimetullah) temsilcisi olarak da görülüyor derin devlet ve başat aktörleri. Dolayısıyla, derin devlete saldıran Allah ve dinini de karşısına almış olur, verilen mesaj ve yaratılan algı tam da bu. Şu an derin devletle duyulan övünç, kıvanç ve hatta tapınç gerçekten göz yaşartıcı düzeylere ulaştı. Derin devlete sızan ve devlet veya derin devlet adına derin devlet ve/veya devletin “pis işleri” ile ilgilenmiş ve halletmiş olan ucuz kabadayılar ve mafya liderlerinin neredeyse hepsi bariz bir “milliyetçilik” ve “ülkücülük” iddiasında bulundular ve halen bulunmaktalar. Gerçekteyse, dünyanın her yerinde olduğu gibi, bizim yerli ve milli mafyamızın da başlıca gelir kaynağı mekâna çökme, adam kaçırma, fidye isteme, şantaj, uyuşturucu kaçakçılığı, satış ve pazarlaması ve kadın ticaretidir ve temeldeki esas ihtilaf da tam bu hususta, gayrimeşru emtia pazar ve piyasalarının paylaşılması noktasında doğmaktadır.

Şimdi ise bambaşka bir “level”a geçtik, bir şekilde üstlendikleri misyon ve yerine getirdikleri görevler nedeniyle devletin ve muhtelif devlet kademelerinin pek çok sırrına vakıf olan mafya liderleri, yine aynı milliyetçilik iddiasının zirvesindeki başka eski devlet adamlarını, rakip mafya liderlerini ve üstelik halen görevdeki devlet adamlarını tehdit ediyorlar, şantajda bulunuyorlar. Ve muhatap alınmayı da başarıyorlar. Ayrıca Türkiye’nin en güçlü isimlerinden biri olan Süleyman Soylu’ya gelen her türlü aşağılama ve hakaretler karşısında, ciddi bir kitle tepkisi veya kalkan oluşturma çabası yok. Çünkü Peker de bir başka milliyetçi damarı temsil ediyor. İşte bu “gerçek milliyetçi kim?” kavgası, “kim haklı, kim onurlu, namuslu ve dürüst?” sorunsalının önüne geçti, farkı açtı. Burada belirleyici unsur ise, bazı tahkim süreçlerindeki üçüncü hakemin kararı gibi, aynı milliyetçi güruh tarafından “Reis” lakabı takılan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın vereceği işaret, ağzından çıkacak bir söz olacak. Böylece yine birileri “hakiki milliyetçi ve vatansever”, diğer iddia sahipleri ise “vatan haini, namert, merdut” ilan edilecekler.

Türkiye’nin sosyal ortamında ve fiiliyatta milliyetçiler ile muhafazakârlar birbirilerinden pek hazzetmeseler de, Milli Görüş geleneğinin yükselişinde Diyarbakır’daki Milli Görüşçü birey ile sözgelimi Yozgat’ta yaşayan bir Milli Görüşçü bireyi tek bir potada eriten ve aynı eksende buluşturabilen Erbakan’ın misyonu düzleminde ama onun çok ötesinde, Erdoğan, milliyetçiler, muhafazakârlar ve milliyetçi muhafazakârlar arasında bir orta yolu buldu. Onlara görüşlerini yitirmeden ve taviz vermeden kolayca geçinecekleri saha ve sahneler tahsis etti. Ana kitle kemikleşti, saldırganlaştı ve onları var eden liderlerine duydukları sadakat kutsallık noktasına yükseldi. Her ne kadar bu kitlenin lideri Erdoğan, Milli Görüş çizgisinden, Kürtleri kucaklayan ve Ermenilerden özür dileyen barışçı ve neredeyse liberal bir çizgiye, sonra küreselciliğe, oradan dönemin cemaatinin tesiri ile medeniyet milliyetçiliğine, oradan tamamen ırk temeline dayanan katı milliyetçilik ve Arap dünyasına etki etmeyi amaçlayıp bunu hiç başaramayan bir tür ümmetçilik fikrine kadar pek çok defa değişik mecralara savruldu, kıyafet değiştirdi veya dönüştüyse de, bu dönüşümler kendi ekmeğinin peşinde olan kemik kitlenin takip edemeyeceği bir hız ve frekanstaydı, işlerine gelmedi veya zaten gereği yoktu. Bugün artık görünenin ve kurumsal gibi duran yapısının aksine Ak Parti diye bir oluşum yok, sadece milliyetçi muhafazakâr, sağ kesimlerin lideri Erdoğan ve onun uzayıp kısalan gölgesi var.

Bazen hayatta kalmak adına bir şeylere anlam vermeye çalışır insan, yaşam dinamiğinin kendisi bunu gerektirir. Fakat bu çoğu zaman o şeyin gerçekten de bir anlama sahip olduğuna işaret etmez. Türkiye’de yaşanan pek çok şey böyledir...