20. yüzyılın en büyük felsefecilerinden olan, eserleriyle ölümsüzleşmiş, Varlık ve Zaman’ın mağrur yazarı Heidegger’in trajedisine bakın: Birkaç yıl sonra sadece Türkiye akademisine verdiği zararlarla hatırlanacak Ankara Üniversitesi Rektörü Erkan İbiş’lerle birlikte anılmak. Elbette, bu trajedinin sorumlusu kendisinden başkası değil. Kimsenin, büyük filozof da olsa, ne olursa olsun, zulme ortak olma, zalimlerle işbirliği yapma hakkı yok. Almanya’daki akademik tasfiyedeki rolü, onun filozofluğunu hep gölgeleyecek ve akademiye ne zaman bir saldırı olsa, Heidegger’in adı akademi düşmanları ile birlikte anılacak.

Heidegger, 1933 yılında Freiburg Üniversitesi’ne rektör olduktan sonra, kendi asistanı ve bir Heidegger yorumcusu olan Werner Brock dahil olmak üzere, birçok akademisyenin tasfiyesine imza attı. 1933 yılında başlayan akademik tasfiyeler, Yahudi, komünist, sosyalist, pasifist ve Hitler’e biat etmeyen tüm akademisyenleri hedef aldı. Tamamı kamu çalışanı olan akademisyenlerin tasfiyesi Nazilere biat eden Heidegger gibi rektörlerin eliyle gerçekleştirildi. 1976 yılında Spiegel dergisine verdiği mülakatta, yaptıklarını bir zorunluluk ve üniversiteye sahip çıkma çabası ile meşrulaştırarak, türlü gerekçelerle bu kara lekeden kendini kurtarmaya çalışsa da, 1933 sonbaharında “Alman gerçekliğinin bugünü ve geleceği ve onun yasası, yalnızca ve bizzat Führer’dir” diyecek kadar Führer’ine -Arapçası ile söyleyecek olursak reisine- itaat ettiğini reddedemiyordu. (Profesör Heidegger 1933’te neler oldu, YKY, Çeviren: Turhan Ilgaz)

Bugün Türkiye’de yaşanan utanç verici akademik tasfiyeler 1933 Nazi Almanyası'nda yaşananlar ile büyük benzerlik göstermekte. Tasfiyelerin boyutu, YÖK’ün açıklamasından anlaşıldığı üzere tasfiyenin rektörler eliyle gerçekleşmesi, listelerin muhalif akademisyenleri kapsaması 1933 Almanya'sını hatırlatıyor. Bu tasfiyelerde başrolü oynayan İbişler, koca filozof Heidegger’in o kara lekeyi hala taşıyor olduğunu hiç akıllarından çıkarmasın. Darbeci general Evren’in imzası ile atanan rektörleri, dekanları, 12 Eylül tasfiyelerinde rol oynayanların isimlerini hatırlayan var mı? ODTÜ’de ilk icraatı, faşistlerin öldürdüğü büyük bilim insanı Necdet Bulut’un adının yazılı olduğu tabelayı söktürtmek olan rektörün adını hatırlayan var mı? İbiş’ler de elbet aynı kaderi paylaşacak, unutulup gidecekler. Ama, tasfiye ettikleri değerli akademisyenler er ya da geç üniversitelerine dönecek, bilim üretmeye devam edecekler. O zaman İbiş’ler yaptıklarını savunamayacaklar. Tıpkı Heidegger gibi, o listelerin zorla hazırlatıldığını, yapacak başka bir şeyleri olmadığını falan söyleyip, akademiyi bitirişlerini meşrulaştırmaya çalışacaklar. Ama insanlığın vicdanında aklanamayacaklar. Yüzyılın en büyük felsefecilerinden olması, Heidegger’in o vicdanda aklanmasına yetmedi. Bilime, felsefeye onun milyonda biri katkıda bulunmamış olanlar nasıl aklansın?

1933 tasfiyesinin hemen ardından, “Tek millet, tek devlet, tek reis” diyen Naziler 1934’te Almanya’yı cumhurbaşkanlığı ile başbakanlığı birleştiren referanduma götürdü. Oradan çıkan “Evet” ile Hitler ve faşizm Almanya’yı teslim aldı. Bu, 16 Nisan’da referanduma giderken akademiye yönelik neden böyle büyük bir saldırı olduğunu çok iyi açıklıyor. Yakın zamanda yitirdiğimiz Umberto Eco, kök-faşizmin, sivil giysilere bürünmüş olarak, hâlâ çevremizde dolandığını, üniversite ve entelektüel düşmanlığının, farklı düşüneni hainlikle suçlamanın her zaman kök-faşizmin belirtileri olduğunu vurguladı.

Eco’ya göre, kök-faşizmin bir diğer ayırıcı özelliği, bir uluslararası komplo -siz buna üst akıl da diyebilirsiniz- takıntısıydı. Her farklı fikri, muhalif görüşü bir uluslararası komplo ile ilişkilendirmek bu kök-faşizmin bir diğer önemli belirtisiydi. Bugün Türkiye akademisine yapılan büyük saldırıda bu kök-faşizmin iş başında olduğunu görmemek için kör olmak lazım. Bu kök-faşizme en güzel yanıtı ise iki kelime ile ihraç edilen meslektaşlarımız verdi: “Hayır, gitmiyoruz!”

Vicdanları yaralayan bu tasfiye ve onun karşısındaki bu güçlü “Hayır, gitmiyoruz!” duruşu için söyleyecek tek bir sözü olmayan rejim tetikçileri, yalanlara ve manipülasyonlara başladı bile! Bu yalanlar ve manipülasyonlar karşısında, SBF’yi bitiren bu tasfiye ile ihraç edilen iki değerli akademisyenden, Dinçer Demirkent’in Ahmet Murat Aytaç ile yaptığı söyleşide, Ahmet Murat Aytaç’ın söylediklerini hatırlamanın tam zamanı: “Halbuki yalan, sadece hakikatle savaşmaz; onu taklit eder, onun yerini almaya çalışır. Bu yüzden hakikatin kendinden menkul bir enerjisi yoktur; hakikati savunmak gerek.”