HDP Sözcüsü Ayhan Bilgen, Meclis’te düzenlediği basın toplantısında gündeme ilişkin değerlendirmelerde bulundu.

Bilgen'in açıklamaları şöyle:

Birinci yılını doldurmak üzere olduğumuz 16 Nisan Referandumu’ndan bu yana yaşadığımız süreci değerlendirmek istiyorum. Çünkü Türkiye siyasetine ve demokrasisine büyük bir darbe vurulmuştur. Referandum öncesi durumu çok olumlayan bir parti değiliz. Ama bütün eksikliklerine rağmen parlamenter sistemin iyileşmesi, yerel demokrasinin güçlenmesi, denge denetleme sisteminin kurumsallaşmasına ihtiyaç varken, tam tersi güçler ayrılığını zayıflatan, yargı bağımsızlığına darbe vuran, sivil toplumu kriminalize eden, dışlayan bir pratik bu son bir yılın eseridir. 

Türkiye, 30’lu 40’lı yıllarda bırakılması gereken parti devleti anlayışına, bu referandumla döndürülmüştür. Bu çok açık biçimde bir geriye gidiştir. Oysa ihtiyaç olan Türkiye’de partizanlığın değil eşit yurttaşlığını egemen olmasıdır. Ve parti çıkarlarıyla, kişisel çıkarlarla ülke çıkarlarının birbirinden ayrıştırılabildiği bir siyaseti egemen kılmaktır. 

Tabii bizim açımızdan bu 1 yılın önemli yansımalarından biri de, OHAL’in bu referandumla kalıcı hale getirilmesidir. Yani ülkenin KHK’larla yönetilme alışkanlığının kurumsallaştırılmasıdır. Anayasal güvenceye kavuşturulmasıdır. Bu, yasamanın yetkisinin gasp edilmesidir. Türkiye’de yasama süreçlerinin şeffaflaşması, toplumsal muhalefetin katkılarıyla güçlendirilmesi gerekirken, yasama süreçlerini zayıflatan ve yürütme tarafından kullanılmasına zemin hazırlayan bir yıl geride kalmıştır. 

16 Nisan Referandumu’nun tahribatına karşı çıkmak ne kadar önemliyse OHAL’in bir kez daha uzatılmasına karşı çıkmak da o kadar kritiktir. Çünkü birisi siyasal sistemi ve karar alma süreçlerini felç etmiştir, büyük bir kaosu yaratmıştır. Diğeri de her gün yeni hak ihlalleriyle yeni travmalara neden olmaktadır. 

TÜRKİYE'Yİ OHAL’SİZ YÖNETEMEZ BİR ÜLKE KONUMUNA SOKMAYA KARŞI TAVIR ALMALIYIZ

Biz hem 16 Nisan’ın yıldönümünde bütün toplumu bu yeni sistemle yüzleşmeye, ortaya çıkan tahribatı aşacak bir aklı inşa etmeye çağırıyoruz. Hem de hazırlıkları yapılan OHAL’i uzatmaya ve Türkiye’yi OHAL’siz yönetilemez bir ülke konumuna sokmaya karşı tavır almaya çalışıyoruz. Biz parti olarak il örgütlerimizin bu konuda açıklamalar yapması için Genel Merkez olarak da bir genelge yayınladık. 

OHAL ile ilgili çok özel bir şey söylemeye gerek yok, ama aslında OHAL’in tam da savaş ortamıyla, tam da Ortadoğu’da yaşanan kaosla iç içe geçmiş bir rolü olduğunu da eklemek isteriz. Çünkü Türkiye’nin dış politikası, Suriye’de yaşanan kaos, belirsizlik ve iç politikada OHAL ile yönetme tam birbirini tamamlayan gerçeklikler olarak karşımızda duruyor. 

CENEVRE İÇİN PAZARLIK KOKUSU

Suriye’de belli ki, barışı inşa etmemenin, barış dönemini planlayamamanın faturasını yine halklar, siviller, masumlar ödemeye devam edecek. Elbette kim tarafından ve kime karşı yapılmış olursa olsun kimyasal silah kullanılması iddiası kabul edilemez bir durumdur. Ama Suriye’de başkaca sivil ölümlerini, hava bombardımanlarını dert edinmeyip sadece bu konuya odaklanmak bile, kimyasal silah konusunda duyarlılıktan çok, Cenevre sürecinin nasıl inşa edileceğine dair bir pazarlık kokusu vermektedir.

Oysa Suriye’nin ihtiyacı çok açıktır. Suriye’de bir an önce yeni anayasanın yapım sürecinin başlatılması, vesayet savaşının bitirilmesi, çatışmadan demokratikleşmeye geçiş için de özgür bir seçim planlamasının gündeme alınması gerekiyor. Bunun dışında her gündem kaosu derinleştirecektir. Bu kaos sadece Suriye halklarına değil, bütün Ortadoğu’ya yeni musibetler, belalar getirecektir. 

Türkiye, Suriye politikasında tutarlı davranmalıdır. Çünkü bir taraftan Astana fotoğrafı vermek, ama iki gün sonra da Batı’dan gelen iddialar üzerine Batı’ya Suriye’ye müdahale çağrısı yapmak hiçbir tutarlılık içermiyor. Batı’yı göreve çağırıp sonra dönüp “Akdeniz’e ateşi taşımayın” demek bir başka yaman çelişki olarak karşımızda duruyor. Türkiye bütün tarafları idare etmek ve Nasrettin Hoca’nın söylemiyle “sen de haklısın sen de haklısın” demek yerine, hak temelli ve barışı inşa edecek sürecin savunucusu olmalıdır. Tutarsız yaklaşımlardan vazgeçmelidir. 

Bugün Miraç Kandili. Miraç, aslında içinde bulunulan ortamın dışına çıkabilmek, büyük fotoğrafa bakabilmek ve geniş fotoğrafa bakıp çözümü önerebilmektir. Ne yazık ki, özellikle Filistin’de ve bütün olarak da Ortadoğu’da, Miraç açısından Kudüs sembolik olduğu için altını çiziyorum, barışa yönelik ihtiyaç kendini bir kez daha hissettirmektedir. Miraç Kandili’nin de bütün İslam dünyası için bir yeniden düşünmeye, özeleştiri yapılmasına vesile olmasını diliyoruz.

YÜKSELEN YABANCI PARALAR DEĞİL DÜŞEN TÜRK LİRASIDIR

Israrla ve bütün ekonomik kurallar ve bütün iktisat ilkeleri yok sayılarak değerlendirme yapılıyor. Hamaset siyaseti ile ekonomik tehlike ve büyük risk görmezden geliniyor. Yükselen dolar veya euro değil. Öyle olsaydı dünya piyasasında da bunun paraleli yansımalar olurdu. Yükselen yabancı paralar değildir. Düşen Türk parasıdır. 

TL’nin, diğer paralar karşısındaki değer kaybını görerek önlem almak yerine, bunu dış tehdit ve saldırı olarak değerlendirmek hem kendi ekonomi politikalarının çaresizliğini itiraf etmektir, hem de aslında bunun karşısında ciddi tedbirler alınmasına odaklanmak yerine sloganla ve başkalarını suçlayarak tehlikenin farkında olunmasını engellemektir. 

Tabii, sadece TL’nin değer kaybı değil, kaygı duyulması gereken çok önemli başka göstergeler de var. Verginin ne kadarının gelir vergisi ne kadarının kurumlar vergisi olduğuyla ilgili göstergeler üstü örtülse de büyük tehlike sinyalleri veriyor. 2017 yılında sabit gelirlilerden, yani maaşlılardan kesilen gelir vergisi miktarı 67 milyar, ama şirketlerin ödediği kurumlar vergisi 53 milyar. Sabit gelirlilerin vergilerini vermeme gibi bir şansları, lüksleri de yok. Aflar ya da başka düzenlemeler onlar için hiçbir şey ifade etmiyor, ama özellikle bazı firmalara yapılan jestler ekonomiye yük olmaya devam ediyor.

Böyle bir krizi, toplumsallaşmış bir büyük ekonomik tehdidi sadece bir elin parmakları kadar firmaya özel teşvik vererek, 135 milyarlık teşviklerle örtmeye kalkmak da gerçeklikten kopuk, gelir dağılımı uçurumunun farkında olmayan bir anlayışın yansımasıdır. 

“Biz on tane firmayı ihya ederiz, onlar keyif içinde yerken, kollarından akanı da orta gelirli yalayarak hayatını devam ettirir” yaklaşımı varsa, bu sadece toplumsal çatışmayı derinleştirir. Dünyanın hiçbir yerinde böyle teşviklerle yoksullaşma giderilememiştir. 

Bu yoksullaşmanın bedelini hayatıyla ödeyenler var bir de. Mart ayında, tespit edilebilen 122 işçi, iş cinayetlerinde hayatını kaybetti. Böyle bir tabloya rağmen hala işlerin iyi gittiğini düşünenlere bir hatırlatma yapmak gerekiyor,

TÜRKİYE'NİN İÇİNDE BULUNDUĞU DURUM PEMBE MEDYA İLE İDARE EDİLEBİLİR

Elindeki medya imkanlarıyla sorunun üstünü örtmek isteyenlere bir küçük hatırlatma yapmak gerekiyor. Meşhur Rockefeller hikayesi vardır. Kilisede koruma görevliliği sonra muhasebecilik yapmış, sonra büyük bir sanayici olmayı, dünyanın meşhur zenginlerinden biri olmayı başarmış bir isim. Ölüm döşeğindeyken kendini iyi hissetsin diye çocukları, her şeyin çok iyi olduğunu gösteren özel, tek sayfalık, tek nüsha basılan bir gazete hazırlamış. Bir pembe gazete. Galiba Türkiye’nin içinde bulunduğu durum da pembe medya ile idare edilebilir. Ancak böyle acının daha da derinleşmesini önleyebilir bir durumdayız.

Bütün bu süreç iktidar tarafından özellikle bir seçim tartışmasıyla boğulmak isteniyorsa da, Türkiye toplumunun başkaca öncelikleri olmak zorunda. Biz 18 ay sonra yapılacak bir seçimin telaşına mı düşmeliyiz? Yoksa bugünleri yarınları tehdit eden başka gündemlere mi odaklanmalıyız? Bu coğrafyada, bırakın 18 ay sonrasını, 18 saat sonrasını bile kestirmek çok güç. Hem ekonomi hem dış politika ve güvenlik politikaları bu kadar risk altındayken, siyasetin 18 ay sonrasının derdine düşmüş olması başka sorunları örtmekten başka bir anlam ifade etmiyor. 

BİR DÖNEM YARGILANIYOR

Bu hafta Burcu Çelik, Gülser Yıldırım milletvekillerimizin duruşması gerçekleşti. Bu saatlerde de Demirtaş’ın 3 gündür devam eden davası son derece önemli. Çünkü ülke gündemini konuşturmamak için, etkin bir muhalefet yapılmasını önlemek için bizlere yönelik yargı sopası kullanılmaya devam ediliyor.

Ne acı ki, Demirtaş’ın ülke gündemiyle ilgili duruşmada dile getirdiği çok önemli tespitler birkaç yayın organı dışında kamuoyuna yansımıyor. Oysa orada Sayın Demirtaş yargılanmıyor sadece, bir dönem yargılanıyor. Sayın Demirtaş da o döneme dair açıklamalar yapıyor.

Soru: Demirtaş’ın hendekler konusunda bir açıklaması var, “itiraf ediyorum ilk haberler geldiğinde bu kadar yaygın olduğunu bilmiyordum” diyor. Bir özeleştiri olarak sundu. Nasıl değerlendirirsiniz? 

Ben dünkü duruşmayı izledim. Uzun bir bağlamın içinden yapıyor bu değerlendirmeyi. Siyaset, özeleştiri yapma cesaretiyle değerli ve önemlidir. Ve siyaset neticesiyle tartışılır. Türkiye o süreçte çok büyük kayıplar verdi. Çok ciddi sayıda ölümler gerçekleşti. Demirtaş’ın ifadesiyle, insanlığımızdan utanacak manzaralarla karşı karşıya kaldık. Bunu önlemeye bizim gücümüz yetmediğine göre, hem tespit etmekte hem de gerekli siyasal çözümü inşa etmek konusunda eksikliğimiz olduğunu görmemiz, kabul etmemiz, ifade etmemiz gerekiyor. Yani sürecin bir bütün olarak eleştirisini yapmak, kimin ne kadar payı vardı, bununla ilgili tartışmak ön açıcı olacaktır. Aslında Sayın Demirtaş’ın duruşma salonunda yaptığı budur. 

Tam da o sözlerin ve diğer değerlendirmelerinin, günlerce 70 yaşındaki bir kadının cenazesinin 8 gün sokaktan alınamamasına dair tespitlerinden, hükümet çevreleriyle yapılan görüşmelere kadar olan tüm değerlendirmelerin iktidar partisi tarafından da cevaplanması gerekiyor. Ama iktidar partisi buna kör, sağır kalmayı tercih ediyor. Oysa ya çıkıp hayır bunlar doğru değil demeli ya da bir izahı varsa bunu kamuoyuyla paylaşması gerekir.

Soru: Dün CHP İstanbul Milletvekili Dursun Çiçek’in açıklamaları oldu. HDP için “terörle arasına mesafe koyarsa işbirliği olabilir” dedi. Bir görüşme var mı, kapalı diplomasi HDP için de geçerli mi?

Bizim açımızdan işbirliği konusu tutarlı bir siyasette ortaklaşabildiğimiz ölçüde mümkündür. Biz birilerini koltuklara oturtmak için siyaset yapmıyoruz. HDP’nin toplumsal iddiaları ve bu iddialarla ilgili de kararlı, tutarlı eksenleri var. Dış politikada da biz aynı eksende siyaset yapmaya çalışıyoruz, iç politikada da. 

Türkiye’nin son 5-10 yılına tanıklık eden insanların yargılama süreçleriyle terör kavramının nasıl keyfi kullanıldığına dair tanıklığına rağmen daha dikkatli konuşmaları gerekir. Kendisi de terör suçlamasıyla yargılandı, tutuklu kaldı. Türkiye’de Genelkurmay başkanlarından gazetecilere ve STK’lara kadar birçok isim çeşitli örgütlerle ilişkilendirilerek yargılandılar. Terör kelimesi Türkiye’nin siyasetinde içine her şeyi atabileceğimiz dipsiz bir kuyudur. Elbette ki, şiddete karşı olmak, çözüm üretmek siyasetçinin görevidir. Ama bunun farkında olmak gerekiyor. 

Biz, seçim güvenliği ile ilgili, sadece sandık güvenliği değil, OHAL koşullarında seçime gidilmemesi tavrının muhalefet tarafından cesurca dillendirilmesinden yanayız. Seçimde işbirliğinin de öncelikli şartlarından biri budur.

İkinci olarak, referandumda ‘hayır’ oyu kullanırken sadece bir kişiyle, onun keyfi yönetimine karşı olduğumuz için değil sadece, Türkiye’nin daha demokratik, eşit yaşamla birlikte yaşam hukukunun benimsenmesi konusunda da muhalefetin bir irade ortaya koyması gerekiyor. Yani ‘hayır’ demenin değerli olması aynı zamanda neye ‘evet’ dediğinizin de somut tarifinden geçiyor. 

CHP bizimle ilgili tespit yaparken, kendi durdukları yerin parti içinde ne kadar savunulup savunulmadığından, attıkları adımların kendi tabanında, gençlikte, kadınlar arasında, il örgütlerinde içselleştirilip içselleştirilmediği konusunda bir irade geliştirse iyi olur. 

Yani genel başkanlarının, Sayın Kılıçdaroğlu’nun geçtiğimiz günlerdeki sözleri de bu konuda çok ciddi tartışmaları olduğunu gösteriyor. Bugün Enis Berberoğlu ve Sayın Demirtaş ile bizim milletvekillerimizin cezaevinde olmasında kimin ne kadar payı olduğunu herkesin görmesi gerekiyor. Dolayısıyla galiba böyle yöntemlerden medet umulmasına da mesafe koyulması gerekiyor. Eski alışkanlıklarla siyaset yaparak Türkiye’yi demokratikleştirme iddiasının toplumda da inandırıcılığı olmayacaktır. 

Biz her şeye rağmen siyasetçilerin konuşmasını yadırgamıyoruz, aksine konuşmamalarını yadırgıyoruz. Ülke sorunlarını da bütün siyasi partilerin konuşabilmeleri gerekir. Bu elbette kendi özgün mahremiyeti içinde de gerçekleşebilir, açık biçimde gerçekleşmesinin de önünde hiçbir engel yok, siyasetçilerin korkularından başka. 

Soru: Selahattin Demirtaş’ın Cumhurbaşkanlığı adaylığı kulislerde konuşuyor. Onu aday gösterecek misiniz? Ayrıca Aykut Erdoğdu da onun hakkında pozitif şeyler söyledi. Nasıl değerlendirirsiniz? 

Bu sürecin sağlıklı değerlendirmesini yapan, Demirtaş’la, haksız yere yargılanan tüm milletvekillerimizle ilgili dayanışma içeren tüm mesajları önemsiyoruz. Ama şunun farkında olmamız gerekiyor. Bugün Sayın Demirtaş cezaevindeyse, bunun en önemli sebebi, en somut sebebi ek 20. Madde’nin Meclis’ten geçmiş olmasıdır.

Anayasa’ya aykırı olmasına rağmen, geçmişse kimin oylarıyla nasıl geçtiğine dair de üzerinden 2 yıla yakın bir süre geçmişse, buna dair daha cesur özeleştiri yapılması gerekiyor. Çünkü önümüzdeki günlerde bunun faturasını sadece HDP’liler ödemeyebilir, başka yerlere gidebilir. 

Sayın Demirtaş’ın geçmişteki Cumhurbaşkanlığı adaylığı son derece başarılı geçmiş, kamuoyunda da ilgi görmüştü. Elbette bu kaygı, yaşadığı sürecin de ortaya çıkmasının en önemli sebeplerinden birisidir. Sayın Selahattin Demirtaş Parti Meclisi üyemizdir, milletvekilimizdir ve bir önceki dönemde Eş Genel Başkanımızdır. Bu konuyla ilgili kendi değerlendirmeleri belirleyici olacaktır, dikkate alınacaktır. Sonuçta kongreye giderken Sayın Demirtaş’ın önerileri, kendisiyle ilgili kararı, adaylarla ilgili değerlendirmeleri dikkate alınarak karar verilmiştir. Dolayısıyla Cumhurbaşkanlığı sürecinde de şüphesiz görüş ve düşünceleri alınacaktır.

Önümüzdeki günlerde onun siyaset yapmasını engelleyici arayışlar, kendi ifadesiyle onu siyasi yasaklı duruma getirecek arayışlar, Türkiye için de, partimiz açısından da son derece önemli olacaktır. 

Soru: Meclis Başkanı’nın açıklaması oldu, Abdülhamit’ten sonra Türkiye duraklama dönemine girdi diye. Nasıl değerlendirirsiniz?

Sayın Meclis Başkanı herhalde 23 Nisan törenlerine kendini çok alıştırmış. Umarım buraya davet edeceği çocuklarla da böyle bir tartışma yürütmez. Ya okullardaki müfredat doğru yazmıyor ya da Sayın Kahraman kitaplarda yazılanlardan habersiz. Kaynağını belirtirse, biz de öğrenmek isteriz.

Eğer Osmanlı karşılaştırması üzerinden bir Cumhuriyet değerlendirmesi yapılacaksa, duraklamadan sonra çöküş ve yıkılış vardır. Dolayısıyla AKP öncesi dönemi duraklama diye tarif ettiğinizde bu dönem başka bir şeye denk geliyor. 

Bütün sınav müfredatlarında ve okul ders kitaplarında Abdülhamit dönemi Osmanlı’nın en çok toprak kaybettiği dönem olarak bilinir. Yani bu konuda yanlış bir bilgi verirseniz sınavı geçemezsiniz. Umarım gençlerimiz Sayın Kahraman’ın sözleri üzerinden değil de müfredat üzerinden cevap verirler sınavlarda.

Sayın Kahraman iddiasında ciddiyse, iddiasının gereğini yapar. MEB’e örneğin müfredat tartışması yaptırır, başka platformlarda AKP'nin milli eğitim politikasını sorgulatır. 

Siz Meclis Başkanı olarak böyle tartışmalar açarken daha ciddi değerlendirmeler yapacaksınız. Balkanlar, Kafkasya, Kuzey Afrika toprakları, Ege’deki ciddi bölgeler bizim okuduğumuz kaynaklara göre 1870’li yılların ortalarından 1900’lü yılların ortalarına kadar geçen dönem içinde kaybedildi. Yani bütün bu topraklar 1876 ile 1910 yılları arasında kaybedildi.

Sayın Kahraman’ın buna dair bir sözü olmalı. Bu kadar duygu dünyasının ya da kendi kişisel düşüncelerinin makamından bağımsız böylesi platformlarda dile getiriliyor olması Türkiye kültür hayatını, Türkiye’de bilimselliğin ne ifade ettiğini, siyasetin ne kadar gerçeklikle barışık, bir siyaset üretme becerisi ürettiğini ortaya koymalı.