Tüm toplumların tarihin akışı içerisinde ivme kazandıkları süreçleri vardır. Bu süreçler o toplumlara muazzam kazandırabildiği gibi onları tarih sahnesinden silebilir de. Toplumu var eden temel argüman o toplumun gücü veya niceliği değil, nitelikli kadrolarıdır.

Toplumun bu nitelikli kadroları o toplumun vitrini olduğu gibi, kader taşlarıdır da. Bu nitelikli kadrolara bilim insanlarını, sanatçıları ve politikacıları dâhil edebilirsiniz. Bu üçlü yapı ahenk içerisinde hareket ettiğinde toplum yükselir, gelişir. Bazen bu üçlüden biri öne çıkarak toplumu ve diğer ikisini peşinden sürükleyebilir. Elbette toplumun, nitelikli bu yapılara direnç gösterdiği durumlar da olabilir.

1 Kasım seçimleri sonrası oluşan kaos ortamına alternatif politika üretmenin zorunluluğu ortadadır. Bu zorunluluğu gönül isterdi ki politik arenada yer alan CHP, HDP ve MHP aşsın. Fakat görünen o ki, sistem içi arayışlarda bulunmaktan öte bir çabaları yok. Kürt sorunu gibi devasa bir sorun karşısında ezberi bozacak yönelimlere ihtiyaç vardır. İşte bu noktada akademisyenlerin imza çıkışı ülkenin selameti ve bilim insanının o özgül ağırlığı bağlamında değerlidir. Akademisyenlerin çıkışı en az Gezi ruhu kadar anlamlı ve belirleyicidir. İktidarın öfkesi; bilim kadrolarının ülkenin bozuk kaderine ve kanlı gidişata dur demesinedir. Beklemediği anda, beklemediği yerden yumruk yiyen boksör gibi şaşakalmış, afallamıştır. Akademisyenleri gözaltına alarak, görevlerinden uzaklaştırarak, sindirerek iktidarını perçinleyeceğini sanmak ise, çuvallamaktan başka şey değildir.

Akademisyenleri destekleyen sanatçı, yazar ve gazetecilerin dayanışması da elbette kayda değerdir. Ancak bu durum yine de sorunu çözmeye yetmemektedir. Sorunu dile getirmek, sorunu çözmek değildir. Önerilerin yaratıcı ve dayatmacı olması çözümleyici olacaktır. Bilim ve sanat cephelerinden yükselen sesler, politik alanın hareketlenmesini sağlamıyorsa, değişimi kışkırtmıyorsa, özgürlüğü tahrik etmiyorsa anlamsızdır.   

HDP ve kadroları politik arenada zaman zaman bunu başardılar. Özellikle eşgenel başkan Selahattin Demirtaş, genç ve sempatik üslubuyla partisinin düşüncelerini hem halklara sevdirtti hem de kendini iktidara muhatap olarak kabul ettirdi. 7 Haziran seçimlerinde HDP’nin kazandığı başarıda bunu görmemek, hakikati inkârdır. Diğer eşgenel başkan Figen Yüksekdağ’ın da HDP’nin Türkiyelileşme ve çözüm sürecindeki rolünü belirleme çabasında önemli katkılar sunduğu yine inkâr edilemez.

Ama bu aşamada süreç tıkanmış ve roller değişmiştir. Hafta sonu gerçekleşen HDP 2. Olağan Kongresi’nde sarsıcı hiçbir söylem ve değişim olmamıştır. Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ’ın yeniden eşgenel başkanlığa seçilmesi onların daha da yıpratılmasından başka sonuç doğurmayacaktır. Türkiye gibi ülkelerde politika sadece fikirlerle değil, kişilerle de yapılır. Gelinen aşamada Demirtaş ve Yüksekdağ iktidar tarafından muhatap olarak kabul edilmemektedir. Eşgenel başkanların değişmesi belki de yeniden diyalog kapılarını açabilirdi. “Seni başkan yaptırmayacağız!” cümlesinin getirdiği öfkeyi ve beraberindeki şiddeti belki söndürebilirdi.

Kongre sonrası açıklanan önerilerde ve mücadele haritasında zaten bilinen ve uygulanan tarzlardan başka bir şey yok. Oysa Türkiye gibi demokrasisi oturmamış sistemlerde HDP gibi nitelikli kadrolara sahip bir hareketin iktidarı zorlayıcı ve açımlayıcı önerileri beklenirdi.

Buradan bakıldığında görünen o ki, tüm sorumluluk ve görev yine Kürt ve Türk emekçi halklarına yüklenmiştir. “Halkımız mücadeleye devam edecektir!” vesselam.