Haziran, AKP ve Reis’inin sandıkla geriletildiği seçimle de (7 Haziran 2015) anılan bir ay. Üç yılın ardından memleketin sorunları temelde aynı ve boyutları, yol açtıkları itibariyle çok daha yakıcı. O günlerde muhalefet partilerinin elindeki koalisyon olanağını kullanmasının önünde mevcut anti-demokratik iktidardan ve bizatihi muhalefetin kendisinden kaynaklı engeller ne yazık ki aşılamadığından seçimin rövanşını alma güdüsüyle hareket eden AKP ve lideri 1 Kasım 2015 seçiminde yeniden memleketin kaderini tayin etme yetkisi kazandı.

1 Kasım tekrar seçimine doğru ve elbette sonrasında, Kürt illerinde on yıllardır devam eden düşük veya yüksek yoğunluklu savaş, bir dönem baldıran zehri içmek pahasına başlatılan ve bugün savaş güzellemeleri yapan havuz medyasında “barış baharı”, “tarihi çağrı”, “şimdi barış zamanı” diye manşetlerden verilerek önemli bir aşamaya geldiğine vurgu yapılan “çözüm süreci”nde “Dolmabahçe Mutabakatı” metninin tanınmamasıyla Kürt sorunu devlet nezdinde yine halı altına süpürüldü. Bir yanıyla müzakere yolu terk edilerek, bir yanıyla sorunun parlamentoda nasıl çözüleceği dahi ele alınmaksızın yalnızca statükoyu pekiştiren, ölümden, acıdan, kederden başka bir şey getirmeyen bilindik askerî yöntemler ezberine dönüldü. Ulusal ve uluslararası kuruluşların raporlarıyla tespit edilmiş olan insan hakkı ihlalleri, adaleti ve toplumsal barışı ortadan kaldırarak son yıllarda olmadığı kadar üst seviye çıktı.

Kürt sorununda yıllardır uygulanan askerî yöntemleri kullanmanın siyasette elini güçlendireceğini, ırkçılık sosuna bulanmış milliyetçilik ile kitleleri tavlayacağını sanan iktidar hiç vakit kaybetmeden ikbalini korumak için Türk milliyetçisi parti ile ittifak zeminini hazırladı. Böylece salt Kürtlerin haklarını savunmak, sorununun çözümünde etkin rol üstlenmek değil, kadın, çevre, emek, özgürlük konularını ele alışıyla da “Türkiye partisi” olma iddiasındaki HDP’yi dışlayarak Kürt siyasetçilerin hapsedilmesine, vekilliklerin düşürülmesine, medyaların kapatılmasına giden süreci de başlatmış oldu. Zira HDP’nin 7 Haziran öncesindeki “Başkan yaptırmama” siyaseti AKP’nin tüm hesaplarını altüst etmişti.

Türkiye’nin en temel meselelerinden olan Kürt sorununda hak ihlalleri örtbas edilmeye çalışılırken yıllarca dostluk ilişkisi içinde olduğu, birlikte devleti dizayn ederek memleketi “idare” ettikleri Gülen’cilerle yolların ayrıldığı, onlarca insanın ölümüne neden olan bugün bile aydınlatılamamış askerî darbe girişimi yaşandı. AKP ve liderliği, Gülen cemaati ile ortaklıklarının bahsedilmesinden hiç mi hiç hoşlanmaz, “milat” kabul ettikleri tarihler verirler, aklanmaya çalışırlar, hattâ 15 Temmuz’u düşman hukukuyla muhalifleri cemaatle “iltisaklı” hâle getirerek bertaraf etmek için alabildiğine kullanırlar ama herkes bilir yıllarca birlikte iş yaptıklarını, kitaplarda geçen Pensilvanya ziyaretlerini, birlikte verilen fotoğrafları, Gülen güzellemelerini…

İktidarın en büyük sorumlularından olduğu darbe girişimi sonrası tüm ülkede temel hak ve özgürlüklerin tamamen askıya alındığı, anayasasız, adaletsiz, keyfi, baskıcı, dayatmacı, zalimane uygulamaların yaygınlık kazandığı otoriteryan rejim hem Kürt sorununun tırmandırılmasının hem de demokrasiye tahammülsüzlüğün ana etkeni.

Bir yanda başta yargı, üniversite, medya olmak üzere bağımsızlığına son verilen kurumların nasıl onarılacağı, eğitim sisteminde fırsat eşitliğinin, kalitenin nasıl sağlanacağı, kayırmacılığın yerine liyakatin nasıl konulacağı, ekonomik çöküşün karşısında ne gibi önlemler alınacağı, işsizliğin nasıl giderileceği, insanların borç batağından nasıl kurtulacağına dair temel meseleler var. Bir yanda en azından anayasal rejime nasıl dönüleceği, aşırı yetkilerle donatılmış tek adamın karşısında parlamentonun nasıl güçlendirileceği, demokratik bir geleceğin nasıl inşa edileceği soruları yanıtlarını bekliyor. Bir yanda da yeni gündemler yaratmak için tam seçim üstü iktidar kanadı tarafından Kandil operasyonu dillendirilmeye başlandı. Afrin harekâtı konusu soğumaya başladığı için çıkışı burada aramaya çalışıyorlar.

Kürt sorununun çözümü, inkâr edilerek yıllardır hatalı bir şekilde uygulanan, doğaldır ki sonuç alınamayan askerî operasyonlardan mı geçmektedir, yoksa temsilde adaletin sağlandığı bir Meclis’te önyargıyla, kavgayla değil tartışmayla, yüzleşmeyle, empatiyle, uzlaşıyla barış köprülerinin kurulduğu, eşit yurttaşlık temelinde barışçıl bir çözümden mi? Aklıselim ikinci yolu gösteriyor. Kimi muhalefet partilerinin de raporlarıyla tespit edilen ve seçim bildirgelerinde ele alınan Kürt sorununun çözümünde yeni bir perspektif konulmadan ne hak kayıpları ortadan kaldırılabilir ne toplumsal barış sağlanabilir ne de Türkiye demokratikleşebilir.

Türkiye’de genel olarak estirilen otoriteryan havadan artık iktidar eliti dışında tüm toplumsal, siyasal gruplar mustarip; gazeteciler, akademisyenler, öğrenciler, sivil toplumcular… fikir beyan eden etmeyen, egemen gibi düşünmeyen ya da 16 Nisan’da ‘hayır’ oyu kullanan hemen herkes “vatan haini” bu ülkede. Ama yalnız iktidar biraz daha ileri giderek bu kez kendi partisi içinde rahatsız olan, mesela parlamentoda AKP’ye oy vermeyi düşünmediğini söylediği insanları da münafık ilan ediverdi. Sessiz devrim hem de aleni bir şekilde kendi evlatlarını yiyor, cumhurbaşkanı adaylığı engellenmek için Genelkurmay Başkanı gönderilerek bahçesine helikopter indirilen Abdullah Gül en önemli sembol isimdir. Kamuflajla görüntüler veren Erdoğan’ın “paşa”lığa terfisi, ordunun demokratik siyaset alanına sokulması, militarizmin bu kez askerî vesayeti ortadan kaldıracağı vaadiyle iktidara gelen AKP/Erdoğan eliyle topluma dayatılması sahiden ele alınmaya değer.

7 Haziran’da barajı geçerek AKP’nin yeterli çoğunluğa ulaşamamasında önemli rol oynayan ve yine 24 Haziran seçimlerinde kritik bir rol üstelenecek olan HDP eski eş başkanlarıyla, vekilleriyle, parti yöneticileriyle parlamento dışına itilmeye çalışılan, düşmanlaştırılan en dezavantajlı siyasî parti. Milyonları temsil yetkisine sahip olmasına rağmen HDP’nin şu seçim sürecinde bile cumhurbaşkanı adayı Selahattin Demirtaş’ın tutuklu yargılanması iktidarın en büyük utançlarından biri olmalı. Büyük bir demokrasi ayıbı olarak tarihe geçmeye aday bu utancı duymaktan çok fazla uzaklaşan Erdoğan, HDP’nin cumhurbaşkanı adayını terörist diyerek ne kadar düşmanlaştırırsa, seçim kampanyası sürecinde mitinglerine izin verilmeyerek, parti merkezleri basılıp yöneticileri tutuklanarak ve Doğu ve Güneydoğu’da seçim sandıklarını taşıma hinlikleriyle ne kadar engellenirse yani HDP baraj altında kalırsa parlamentodaki çoğunluğunu koruyacağına inanıyor.

İktidar medyasında ise gerek miting meydanlarındaki gündem olan söylemleri, gerek televizyon ekranlarındaki reytingi ve elbette toplumda yarattığı umut ile Erdoğan’ı afallatan CHP’nin cumhurbaşkanı adayı Muharrem İnce’nin Demirtaş’ı ziyareti kötü bir olaymış gibi veriliyor. Oysa demokratik bir ülkede sorun rakiplerin farklılıklarına rağmen kampanyanın eşit koşullarda yürütülmesine dikkat çekmeleri değil ki! Ne İnce’nin Demirtaş’ı ziyareti, ne Meral Akşener’in Demirtaş’ın en azından tutuksuz yargılanmasında hâkimlerin inisiyatif kullanabileceği söylemi, ne de Temel Karamollaoğlu’nun, Erdoğan’ın Demirtaş’a terörist hükmünü giydirmeye karşı çıkmasının yanlış bir yanı var. Ayıp olan iktidar kanadının bilindik ikiyüzlü, nezaketsiz, pragmatist, nobran tutumu.

Ancak demokrasinin, insanlığın asgari kuralları çoktandır unutturulduğundan normal olanı, insanî ve vicdanî olanı dillendirmek bile o cenahta sorun oluyor. Farklı renkleriyle, farklı inançlarıyla, farklı eğilimleriyle, farklı yaşam tarzlarıyla, farklı kültürleriyle toplumsal ve siyasî muhalefetin en azından demokratik ilkelerde, müştereklerde dayanışmasından iktidar ve ittifakı sahiden de korkuyor.  

Haziran bir yönüyle de, beşinci yıl dönümünü olan Gezi’den bizlere kalanla umuttur, direniştir, birbirini anlamaktır.