Herhangi bir yargı kararı ve somut bir gerekçe olmaksızın atıldıkları işlerine geri dönebilmek ve adalete ulaşmak için açlık grevi sürdüren eğitimciler Nuriye Gülmen ve Semih Özakça hakkında “Nuriye ile Semih’i evlat edinecek bir sempati içinde olmamı kimse benden beklemesin” sözlerini sarfeden Barolar Birliği başkanı Metin Feyzioğlu’na yönelik kamuoyunda büyük bir tepki oluştuğu herkesin malumu. Feyzioğlu’na yönelik tepkinin büyük olmasında aynı konuşma sırasında “Nuriye ile Semih adlı açlık grevi yapan kişilerin tutuklanan avukatlarının tutuklanma gerekçesinde, Nuriye ile Semih’in avukatı olmaları yoktu. Polisin öldürdüğü DHKP-C’li teröristin üzerinden çıkan listede tutuklanan bazı avukatların adı geçtiği söyleniyor. Ben bu listenin değersiz olduğunu söyleyemem” yönlü açıklamaları da etkili olmuştu.

Feyzioğlu gelen tepkiler üzerine sözlerinin çarpıtıldığını söyleyerek 17 Kasım Cuma günü yazılı bir açıklamada bulundu.

Açıklamasında Metin Feyzioğlu şöyle diyor:

“Bu konuşmam bazı kişilerce, içinden bir cümle alınarak çarpıtıldı.

Radyo programında sunucunun “Niye daha candan savunmuyorsunuz Nuriye ile Semih’i?” sorusu üzerine şöyle cevap vermişim:

“Daha ne yapayım? Ben hukukçuyum. Bu iki kişiyi evlat edinmemizi beklemesin kimse, ama yanlışlıkları söylemek zorundayım. Yani önceki cümlelerimle birlikte diyorum ki; ‘olaylara duygusal bakamam.’ Ve bir kez daha ekliyorum; bu gerekçeyle suçlama ve tutuklama yanlıştır.

………………………………..

Biz; üniter devleti, milli devleti, kimseye ayrımcılık yapmadan herkesi kucaklayan Cumhuriyet’in kuruluş felsefesini savunuyoruz. Bundan rahatsız olanlar var.

İşte organize saldırıların nedeni bu.

Önce duygusallık konusuna eğilmek gerekiyor.

Birlik Başkanı “Ben hukukçuyum, …….. olaylara duygusal bakamam” diyerek duygulardan arınmış olduğu imasında bulunuyor. Ama bu mümkün değil. Toplumsal yaşamda duygusal pencereden bakılmayacak, duyguları harekete geçirmeyecek bir olay yok. Olumlu ya da olumsuz duygular bu ilişkiler içinde oluşuyor, harekete geçiyor, düşüncelerimiz gibi bizim bir parçamız haline geliyor.

Yani Feyzioğlu duygulardan uzak durabileceği bir ortamda değil. Akyuvarların bakterilere karşı savaşını izleyen, notlar alan bir bilim insanı sıfatını taşımıyor. (Kaldı ki pozitif bilimle uğraşan bilim insanları da farklı açılardan yoğun duygular taşımaktadır). İki eğitimcinin aylardır açlık grevinde olmasının duygular uyandırmaması insanın tabiatına aykırı. Tıpkı farklı ideolojik, siyasi düşüncelere sahip olsak da FETÖ’cü diye işkence ve eziyetler gören, haksızlıklara uğrayan meslektaşlarımızın ve diğer mağdurların bizlerde öfke ve acı uyandırması gibi.

Böyle olmakla birlikte duygu alanına girmesi hiç de gerekli değil. Hukukun büyük oranda kapsadığı bir alanda kendisinden beklenen, sorulan sorulara tamamen hukuksal içerikte, hukuk etiğine uygun biçimde yanıtlar vermesi, değerlendirmeler yapması. Son bir yılda 1.000 üyesi gözaltına alınan 500’e yakını tutuklanan, halen 300’ü aşkın üyesi tutuklu bulunan savunmayı savunması.

O ne yapıyor? Kimsenin kendisinden gözyaşı dökmesi ve kimseyi evlat edinmesini beklemediği bir anda durduk yere konuyu açıp benden bunu beklemeyin diyerek aslında kendi nefretini teşhir etmeyi ve teşbihiyle tarif ettiği sevginin onlara layık olmadığını göstermeyi amaçlıyor. Duygusal olamam dediği anda aslında gayet açık bir şekilde öfke ve nefretten ibaret duygularını açığa vuruyor. Nuriye ve Semih’le yetinmiyor. Avukatlarına saldırıyor. Polisin yıllardır aynı taktikle, yıllardır uygulayageldiği komplolarla avukatları tutuklamasını, baskı altına almasını meşrulaştırmaya çalışıyor. Tepki oluşunca da kuru, mekanik sözlerle durumu kurtarabileceğini sanıyor.

Bu duyguları onda yaratan etmen kendisini hala cumhuriyetin birinci döneminde sanması ve hala kendisini cumhuriyetin efendisi sayması. Kaybettiğinin, kendisinin ve yandaşlarının değersizleştiğinin, iktidardan indirildiğinin farkında olmayan sabık muktedirin sanrılarında. Nuriye ve Semih’in ve avukatlarının ve bir cümlesinin bir yandan adalet talep ederken bir yandan da Feyzioğlu’nun savunduğunu ileri sürdüğü, ama kaybettiğinin farkında olmadığı, “Atatürkçü, Cumhuriyetçi, üniter ve milli devletçi” iktidar anlayışına uzak durmalarını, buna da muhalif olmalarını, olmayan “iktidarı” için bir tehlike olarak görüyor. Kimseye haksızlıklar karşısında muhalif olma, direnme, görüşlerini açıklama hakkını tanımıyor. Onlara karşı Erdoğan’la ittifaka giriyor. Direnenlerin direnişleri, itirazları içinde Erdoğan’dakine benzer duyguların doğmasına, öfkeye neden oluyor. Zalim yasalar, haksız kararlar altında muhaliflerin baskıya uğratılmasını kendinden menkul sayıp şimdilik “özgür” olmanın kibriyle, ama esirliklerine rağmen bir türlü teslim olmayanlara, yenilmeyenlere öfkesiyle “bana böyle şeyler söyletmeyin, açtırmayın kutuyu” diyor. Kutunun araladığı kısımdan biz alacağımızı alıyoruz.

Kutudan çıkan nefreti hukukçu, insan etiketini parçalıyor. Ortaya diktatörün başka bir formda cisimleşmiş hali çıkıyor.

Aylarca hepimizin adaleti için bedenlerini ortaya koyan insanların yarattığı saygı, sevgi halesine dokunmanın ateşi onu da yaktığında bu sefer kendini savunmak için ortaya düşünceler atıyor:

1) “Açlık grevi suç değildir. Buna dayanan bir suçlama ve tutuklama olamaz.”

2) “Açlık grevi başladıktan sonra gelen örgüt üyeliği suçlaması bana inandırıcı gelmedi.”

3) “KHK ile ihraç edilme sorunu, yüz binlerce kişiyi ilgilendiriyor. İhraçlar, yargı denetimine açılmak zorundadır.”

4) “Avrupa Konseyi ve İnsan Hakları Mahkemesi yanlış yapmıştır. İhraçlara dair başvurulara bakmak yerine, ne zaman aktif şekilde çalışacağı bile belli olmayan idari bir kurulun kararını beklemek olmaz.” MIŞ.

Tutuklanan avukatlar için de şunları söyleme ihtiyacı duymuş tepkilerden sonra: “Türkiye Barolar Birliği'nin tutuklamalardaki görüşü, istisnai bir tedbir olmasıdır. En son çare olarak başvurulmasıdır. Tutuklamaların Türkiye'de bu kadar kolay gerçekleşmesini kaygıyla izliyoruz. Biz anbean ilgileniyoruz. (…) Herkes için adil yargılama ve adalet istiyoruz. Tutuklamanın bir istisnai tedbir olarak ve sağlam delillerle uygulanmasını istiyoruz. Bu çerçevede de bu kişilerle ilgili mutlaka incelenmesi gereken delillerin güvenilir, sağlam, tarafsız gözlerle incelemesini arzu ediyoruz. Tutuklanmış olmalarından mutluluk duymam mümkün değil. Şu aşamada herkes için ve elbette ki bu kişiler için de adil yargılanma talebinin ötesinde benden kimse bir başka hareket beklemesin.”

Yani bomboş sözler. Nefreti, eylemsizliği gizleme gayretinden başka bir anlamı olmayan diplomatik tutum alma gayreti. Bunları söylerim, başka da bir şey yapmam demek sanki saygınlık, değer, anlam yaratmaya yetiyor.

Birazcık zorlasan, bazen zorlamasan da sureti haktan görünmek isteyen, az buçuk inandırıcılık kaygısında olan yandaş bir hukukçu, gazeteci dahi bunları söyleyebilir.

120 bin kişinin yargı kararı olmadan işlerinden atılmasına, binlerce kişinin işkence görmesine, kapatılan medya kurumlarına, derneklere, vakıflara, tutuklanan gazetecilere, el konan mal varlıklarına ilişkin ne bir söz ne bir eylem planı.

Yıllardan beri uyduruk delillerle savunmayı yok etmek için, tutuklanan, baskı, işkence gören avukatların durumuna ilişkin dişe dokunur hiçbir şey yok. Adaleti bedenlerini, yaşamlarını ortaya koyarak sağlamaya çalışanlara ilişkin sivrisinek vızıltısından farksız bir iki söz dışında en ufak bir adım yok. Kaygı duyuyormuşlar. Barolar Birliği ve başkanı kaygı duyan değil, kaygı doğuran bir durumda.

Hukuk, insan hakları gibi bir derdi olan Barolar Birliği başkanından beklenen kuru sözler, bilgi kırıntıları, “asaletini” lekelemekten koruma kaygısı taşıyan diplomatik söz balonları değil.

Çürük binası depremde yıkılan müteahhidin binadaki eksikleri sıralarken sarf ettiği sözler ne kadar değerliyse sözleri o kadar değerlidir.

Nuriye ve Semih’i açlığa mahkum eden Feyzioğlu’nun iktidarı ve ideolojisi değil. Onunla çok büyük benzerlikler ve örtüşmeler taşıyan bir başkası. Ama eminiz 19 Aralık 2000 ve sonrasında cezaevleri katliamlarına imza atan ülküdaşı Hikmet Sami Türk’ün gücüne, konumuna sahip olup onları hapsedenin, açlıklarına seyirci ve duyarsız kalanın kendisi olmasını çok isterdi. Aynı kaynaktan besleniyorlar.

Feyzioğlu sopasının kırıldığını fark etmiyor, hala elinde kalan son değneği sallıyor.

Elde sopa tutma aşkına ya da Erdoğan’daki nevzuhur Atatürkçülüğü yeterli görüp Bahçeli gibi Saray’a iltihak ederse çok da şaşırmayız (bunun izleri zaman zaman ortaya çıkıyor) ama şu anda bize vuran onun sopası değil. Birlik başkanının tutumunun pratik önemi sırtımızdaki sopada değil, temsil etmesi beklenilen hukuk ilkelerinin bizzat onu savunması gerekenler tarafından felç edilmesinde, diktatörlüğe karşı hukuksal mücadelenin zayıflamasında. Kişiliği, öfkesi, gerici ideolojisi yararlı ve zorunlu olan ittifak politikalarını bozuyor. Diktatörlüğün değirmenine su taşıyor.

HALKLAR ÖZGÜR OLMASIN DA İSTERSE ŞERİAT GELSİN

Feyzioğlu ve aynı düşüncede olanlar faşizmle asgari müşterekte buluştular. Kürtlere, solculara, özgürlükçülere baskı ve zulümde.

Lafta laikler, batının modern hukuk ilkelerini savunuyorlar. Ama iş özgürlüklerin Kürtler, Türkler tüm halklar için geliştirilmesine, halkın yönetime katılmasına geldiğinde, gerçek yüzü ortaya çıkıyor. Dillerindeki laikliği, modernliği bir tarafa atıp İslamcı faşizmle uzlaşıyorlar. Halklar özgür olmasın da isterse şeriat gelsin. Saray geniş, bir yer bulurlar.

Demokrasiden, insan haklarından, ilerici hukuk ilkelerinden, herkesin dinini, inancını baskı görmeksizin yaşayacağı insana yaraşır bir düzenden yana binlerce avukatı ve hukuktan medet uman milyonlarca insanı kandırıyorlar.

Anlaşıldı, ya son lokma olana kadar bekleyecek ya da büyük ihtimalle Saray’la uzlaşacak ama illa da yine eski günlerdeki gibi sırtımızda sopa kıranın kendiniz olmasına heves edeceksiniz.

Hukukçular Birliğine, bu ülkenin insanlarına böylesi bir anlayış yakışmıyor. Faşizm karşısında uzlaşmaz, özgürlüklere, evrensel değerlere bağlı bir hukuk mücadelesinin böylesi gerici anlayışlarla başarıya ulaşması mümkün değildir.

Demokrasi ve insan haklarını sizinle değil, size rağmen savunacağız.

Bu da mücadelenin bir parçası.