Bu hafta 2 Nisan günü, Sabahattin Ali’nin 71. ölüm yıldönümüydü. İstanbul’da yaşadığım için yakından takip edemedim ama bildiğim kadarıyla Sabahattin Ali’nin öldürüldüğü yer olan Kırklareli’nde bu yıl bir anma töreni yapılmadı...  

Aynı şehirde ömrünü geçirmiş ve Ankara’da 1979 yılında vefat eden 1940 kuşağının tanınan şairi Niyazi Akıncıoğlu için ise doğumunun 100. yılı dolayısıyla bir anma etkinliği yapılacak mı, ondan da emin değilim.  

Kırklareli Üniversitesi Fen ve Edebiyat Fakültesi öğretim üyelerinden Dr. Ali Kurt geçtiğimiz Mart ayında Niyazi Akıncıoğlu için yazdığı kitabını anlattığı etkinlikte konuşurken şehirde Niyazi Akıncıoğlu’na dair hiçbir iz bulamamaktan dolayı yaşadığı hayal kırıklığını paylaşmadan geçemedi.

Kaderleri bir şekilde aynı şehirde kesişen bu iki edebiyatçı için bu girişi neden yapıyorum? Sabahattin Ali’nin katledilmesi ile Niyaz Akıncıoğlu ve arkadaşlarına 1953 yılında kurulan kumpasın arasında büyük benzerlikler olduğunu anlatmak istiyorum. Bu yazıda sözünü ettiğim iki değerli insanı saygıyla anarken bu benzerliğin nedenlerini açmaya çalışacağım.

Niyazi Akıncıoğlu’nun haksızca suçlanarak yargılandığı davadan üniversite yıllarımda haberdar olmuştum. Hikayeyi gençlik yıllarımda öğrendiğimde Niyaz abinin meraklı bir izleyicisiydim. Şiir yazma hevesinin ötesinde solculuk damarımızın da tesiriyle ona yakınlaşmak, sohbetine katılmak, aklımızdaki soruları yöneltmek için boyuna fırsat kollardım her gittiğimde. Niyazi Akıncıoğlu ile olan ailesel yakınlığımın hakkını vermekte ne kadar başarılı oldum bilmiyorum ama bana aşıladığı özgüveni gençliğimin değerli bir anısı olarak sakladım hep içimde.  

Neyse, ama o başka biriydi sonuçta. O da bunun bilincindeydi. Şairliğini ciddiye almak için söyledikleri kendisini övmenin ötesinde şiire olan saygısındandı. Başından geçen olayın hayatında yarattığı olumsuzlukları Ali Kurt’un da dediği gibi asla münzeviliğe sığınarak geçiştirmedi. Başkalarının söylediğinin tersine şiire, tutukluluğu bittikten sonra eskisi kadar sarılmasa da başarılı bir avukat olarak yaşama tutundu, kendini kabul ettirdi, saygı gördü ve şairliği ile hep aranılan, sorulan biri oldu. Ama hak edenleri eleştirmekten de uzak durmadı. Okumak kadar topluma önderlik etme önceliği diğerkamcı kişiliğinin gereğiydi. Yardım etmeyi sever ve değerden anlayan biriydi. Ama yalnızdı. Onu bu yalnızlığa iten taşra koşullarıydı. İstanbul’dan uzaklaşıp hayatını sürdürmek için seçtiği bu yer onun ölçeğinde biri için zorluklarla doluydu. İçinde yaşadığı taşradaki sosyal çevrenin değer yargıları, sanata bakışı, insan ilişkileri kadar siyasi hayatın özgürlük ve demokrasi gibi evrensel doğrulardan nasipsiz düzeyi onu hep rahatsız ediyor, siyasi tercihlerini de buna göre belirliyordu. Üniversite yıllarında tanık olduğu Nazi faşizminin yıkıcı, insanlık dışı saldırganlığı ona demokrasi ve özgürlükten yana bir siyasi çizgide durmayı öğretmişti.  

Avukatlık yapmaya başladığı yıllarda Sabahattin Ali ise çıkardığı dergiler ve yazdıkları yazıları nedeniyle tek parti iktidarının hışmına uğramış, komünizme inanan bir solcuydu. Yaptığı eleştiriler iktidardakileri rahatsız ediyor, onu düşmanlaştırma, karalama kampanyasının hedefi haline getiriyordu. Sabahattin Ali bilindiği gibi sonunda kaçmaktan başka bir çaresi kalmadığını anladığında kendisini takip eden istihbarat ajanlarının eline düşmüştü. Kırklareli’nin Bulgaristan sınırına yakın Sazara köyünde öldürülmüş olarak bulunduğunda aradan yaklaşık 6 ay geçmiş ve ceset yakınları tarafından zorlukla teşhis edilebilmişti. Cinayeti üstlenen Ali Ertekin polisin adamıydı ve 4 yıl mahkumiyete rağmen aftan yararlanıp serbest bırakılmıştı. Sabahattin Ali cinayeti daha sonraki yıllarda da derin devlet olarak hep devrede olacak bir takım güçlerce gerçekleştirildi. Öldürüldü, çünkü susturulması gerekiyordu. Belki bu yok ediliş solculara, özgürlük ve demokrasi mücadelesi veren çevrelere gönderilmiş bir mesajdı.

Kırklareli’nin ne yazık ki böyle bir kaderi vardır: Komünist bir devlete sınır komşusu olmak. Orada devletin en donanımlı istihbarat ağları faaliyet gösterir. Şehire her yeni geleni merak ederler, sınırdan adam kaçırma olaylarını takip ederler, kullanılacak ajanları tayin ederler, şehirdeki entelijansiyanın hareketlerini izlerler v. s.  

Niyazi Akıncıoğlu şehirde dikkati çeken biridir. Ünü İstanbul’da yaygın olan onun gibi birinin küçük bir sınır şehrine gelmesi kapana düşmüş bir kuşun halini andırır. Konuştuğu, yarenlik ettiği kişiler de polisin, istihbaratın izlediği insanlardır zaten. Mesele bir ressam Zeynel İlhan vardır. Öğretmendir. Sonra Avukat olacaktır. Onun gibi şüpheliler sınıfına dahil edilmiştir. Taşrada yaşamış olmak bu tür tecrübelerin eleğinden geçmek sayılır. Yaşadığınız her an polis tarafından izlenir. Okuduğunuz kitap, buluştuğunuz dost, sizi ziyarete gelen yakın arkadaş, okuduğunuz dergi, yazdığınız makale takip altında tutulan “veri” olarak devlet sırları havuzunda saklanır. Tutulan seyir defteri hakkınızda yapılacak uygulamaların planları için kullanılır. Bu işin başında muhakkak o anki iktidarca yerleştirilen bir emniyet müdürü, bir savcı daima bulunur. Onlar gözlerini taşra ortamlarında diğer yerlerdekinden misliyle daha fazla açmak zorundadırlar. Üzerlerindeki baskı daha etkileyici yankı bulur avlanacakları sahada. Hedeflerini daha çarpıcı ataklarla yaparlar. Çünkü taşra ölçeği bir kapan görevi görür. Göze girmek için fırsatları daha kolay kullanma imkanı verir. Bu ayrıca bir imaj meselesidir. Korku saçtığınız yerde iktidarın da sembollerini kazanmış olursunuz. Niyazi Akıncıoğlu ve arkadaşlarına kurulan kumpasın arkasındaki elverişli şehir dokusu böyle bir şeydir sonuçta. İktidarla şehir bürokrasisi arasındaki parti üzerinden kurulan köprüyle gerçekleşen organik bağ merkezdeki birilerince yazılan senaryoyu zorlanmadan uygulama şansı verir.

Şimdi bir de buna o günün siyasi atmosferindeki evrilme halklarını ilave etmemiz lazım resmi daha iyi anlayabilmemiz için... Sabahattin Ali’nin öldürüldüğü tarih 1948 baharıdır. O zamanın Emniyet müdürleri, polisleri, savcısının Niyazi Akıncıoğlu ve arkadaşlarını tutuklaması için aradan beş yılın geçmesi gerekecektir. 26 Mart 1953 sabahı evi polislerce basılır. Dokuz gün sonra da hakim önüne çıkarılır. Ondan sonra cezaevi günleri başlayacaktır. Bu arada iktidardaki parti değişmiş Demokrat Parti 14 Mayıs 1950 seçimlerinde demokrasi vaatleri ile yönetimin başına geçmiştir. Unutmadan söyleyeyim: Komünizm propagandası iddiasıyla tutuklandığı sırada Niyazi Akıncıoğlu Demokrat Parti’nin üyesidir, hatta 1952’de partiyi desteklemek için Yayla diye bir dergiyi çıkartma hazırlıkları yapmaktadır. Onu sorgulayan savcı bu derginin tersten okunuşunu bir delil olarak mahkemeye sunar... Tutuklamalar ve açılan davalar Türkiye Hükümetinin batıyla olan siyasi konjöktürüyle paralellik taşır: Türkiye Nato’ya girmiştir. Artık onun Batı’ya karşı Kömünizmle mücadeleci tavrını inandırıcı şekilde göstermesi gerekmektedir. Bunun karşılığında ordusunun daha iyi silahlandırılmasını bekleyecektir. Kore’ye de asker bunun için gönderilmiştir. Yine aynı yıllarda İstanbul’daki meşhur TKP tevkifatı da bunun için yapılmıştır. Bu da yetmez, Niyazi Akıncıoğlu ve arkadaşları İstanbul’da kurulan sahte bir derneğin kurucuları arasında gösterilerek, Köy Enstitülerinin toptan kaldırılması için CHP’nin tek parti rejiminde başlattığı yıkıma son darbenin vurulması sağlanacaktır.

Gördüğünüz gibi komplonun kurucu aktörleri aynıdır, sadece kurbanları farklıdır. Açılan dava yaklaşık iki yıl süren mahkumiyeti de getirecektir. Ancak Niyazi Akıncıoğlu şairliği kadar güçlü bir hukukçudur. Gençliğinde hakim olmak istemiştir ama sıkı bir ceza avukatı olmuştur. General Fevzi Çakmak’ın yeğeni Adnan Çakmak, Savcı Hüseyin Tarhan tarafından uygulanan komployu bozar. Ajan Nazif Karaçam’ın(ki bu kişi uzun yıllar Cumhuriyet Gazetesinin Trakya muhabirliğini yapmıştır) talimatla yaptığı ihbarı ve suçlamaları kullanarak hazırlanan iddianameyi müthiş bir savunma ile çürütür ve hem kendisin hem arkadaşlarının beraat etmesini sağlar.

Yazıya başlarken Sabahattin Ali’nin 2 Nisan 1948 yılında öldürülüşü ile Niyazi Akıncıoğlu davasının ortak noktada nasıl kesiştiğini görmenizi istemiştim. Haksız olmadığımı umarım anlatabildim. Bu iki değerli edebiyatçıyı bu vesileyle saygıyla anıyorum. Yaşamları herkese örnek olsun.