Hikâyesini anlatacağım adamın ismi Ahmet olsun. Ben bu hayatta ismi Ahmet olan tüm arkadaşlarımı çok sevdim. Misal geçen gün bir Ahmetle üç beş satır yazıştım. Bir iyi hissettim kendimi, bir sevdim bu hayatı, bir güzellik dağıldı her yana… O kadar yani.

Ahmet Kınıklıdır. Kınık ise her yere uzak bir küçük şehirdir. Misal İzmir desen 120 km en az, Manisa, Balıkesir, Bursa ne desen de hep, her yere uzak işte. Kınık sosyal demokrat bir yer aslında. Şimdi nedir bilmem. Kınık dedin mi harbi Çingene gelsin aklına. Bir de Ahmet işte.

Ahmet ile ilk gençlik yaşlarında tanıştım. Hünerli bir aşçıdır. Kınık’ta bir lokantada çalışıyordu. Lokantanın tüm yemeklerini hazırlıyor. Bazen düğünlere, mevlitlere, sünnet törenlerine yemek yapıyor. Yaşına göre çok para kazanıyor. Bu yüzden okulu bırakmış. İzmir’de bir lokanta kurmanın hayalini kuruyordu.

Öyle bir zamanda tanıştık Ahmet ile. Kınık’ta o yol üstü lokantada. Yaşı ne olsun, 16 bile değil.

İlk tanışmamız hayırla değildi. Bir bağrış, çağrış ile oldu. Çorba mevzusu, az kalsın büyüdükçe büyüyecekti. Yatıştık, barıştık, tanış olduk. Sonraki zamanlarda uzun aralıklarla telefonlaşır olduk.

Birkaç yıl sonra ben Ankara’dayken aradı.

“Abi yetiş, İzmir’de lokanta açtım, batıyorum, ölüyorum. Yetiş. “

Yetişmedim elbet. İş güç hayat işleri. Sen gel dedim.

Bir valizle geldi çalıştığım kitabevine.

Ahmet bu, muazzam bir aşçı, koca Ankara’da ona iş mi yok? De ki bir haftada iş bulduk Ahmet’e. De ki birkaç ayda maaşına zam üstüne zam aldı, evini tuttuk, bir kısım eşyalarını itfaiye meydanından, bir kısmını taksitle aldık. Evini işini kısa zamanda hal yola koyduk.

Ahmet hep gece gelirdi kitabevine. Takılırdık, Kızılay, Ulus, Seyran, Tunalı, Bahçeli. Ankara işte ne güzel şehir bilseniz. “Ankara Ankara seni görmek ister her bahtı kara…”

Bir gün Karanfil sokaktaki Dost kitabevinde İngilizce bir yemek dergisi satın aldı.

Dayanamayıp sordum, “Ne yapacaksın bu dergiyi İngilizce bu. Resimlerine mi bakacaksın?” Yok abi okuyorum. Bir zamanlar gemide çalışma planlarım vardı. Çok maaş alır aşçı gemide…

Neyse bizim Ahmet iyi derecede İngilizce biliyor ve dışarıdan liseyi bitirmiş, üstelik matematiğe bir ilgisi var. Matematik kitapları okuyormuş. O demezse ben nereden bileceğim.

Bir şaşırdım, bir şaşırdım.

O da bir utandı, bir utandı…

“Yani şimdi haklısın bir Çingen ya davul, ya zurna çalar. Bakma ben aşçı oldum. İngilizce öğrendim. Bir Çingene için fazla bu” demeye getirdi. Ben de dediğine diyeceğine pişman ettim onu. Anladık birbirimizi… Üstelik öyle konuştuk ki konuşmamız bir yere vardı.

Ahmet üniversite sınavına hazırlanacaktı.

Zaman geçer ve özel bir üniversitenin yüzde yüz burslu matematik bölümünü kazanır.

Güle oynaya okuluna gider gelir. Hiçbir zaman para sorunu yaşamaz. Kolunda altın bilezik vardı. Parası bitmeye yüz tuttu mu, bir pazarda bir tencere pilav yapıp satar, olmasa kendi belirleyeceği saatlerde ve şartlarda bir lokanta da güle oynaya çalışırdı. İkinci sınıf derken üçüncü sınıfa gelir ki, bir gün duyduk Ahmet gözaltına alınmış.

Ne alaka? Ahmet bir rakamları bilir bir de yemek yapmayı. Dünyanın gidişatı hali pek ilgisini çekmezdi.

Tutuklu yargılanır. İlk mahkemede yaptığı savunma yüzünden bırakılmaz. İkincisine kendi gelmez üçüncü mahkemede onu yargılayanlar, “len çok konuşma bi git len” diye kovarcasına salıverirler.

Ne yani Dev-Genç’li arkadaşlara yardım etmeyecek miyiz, evimizi açmayacak mıyız felan filan diye tutuklamasına sebep olan davranışını savunmaya kalkmış.

Matematik bölümünü bitirir Ahmet. Pedagojik formasyon da alır ama bir türlü atanmaz. Özel ders, dershane işlerini keşfeder. Yine hayatını idame eder fazlasıyla. Lakin mutsuzdur.

Yine Ankara’da Kuğulu parkta, ona demiştim ki akademisyen neden olmuyorsun?

Konuştuk çok konuştuk. Konuşma bir yere vardı. Akademisyen olacaktı.

Zaman geçer, yüksek lisans, doktora, hatta yurtdışına bile gider gelir ve nihayet bir taşra üniversitesinde hoca olarak çalışmaya başlar.

Ben yine Ankara’daydım. Yine kitapçılık, dergicilik felan filan işleri ile çalışırken çıktı geldi Ahmet.

Bir Fatma’ya aşık olmuştu. Acı çekiyordu. Her şeyi bırakıp geri döndüğünü söylüyordu.

Vay be Ahmet demek bir Fatma’ya aşık olmuşsun, bu şu demekti; kemale varıyorsun.

Bir Yusufçuk masalı neyse, Fatma olan herhangi bir kadına duyulan aşk o gibi bir şey. Zira Fatma demek evvel ve ahir yoldaşıdır. Hz. Muhammed’in kızı, Hz. Ali’nin eşi. Düşün tüm dünyada bir Fatma isimli kadına rastlarsın. Fatima, Fattuma, Fatoş, Fatma Yemen’den Somali’ye, Azerbaycan’dan, Arjantin’e dek bu isme rastlarsın. Koca İran’da misal anneler günü Fatma’nın doğum gününde kutlanır. Adam oluyorsun, kemale eriyorsun.

Fatma’nın sadece ismi üzerinden yaptığım bu ajitasyon ve propaganda gazıyla geri döner ve nasıl yaptı bilmem taaaa nikah masasına dek getirir ilişkisini.

Evlenirler çocukları olur. Mutlular, tamlar, bir eksikleri yoktur derken. Bu ülkede bir faşizm binlerce insanın hayatını zora yeniden sokar.

KHK ile üniversiteden atılır.

Solcu değil, İslamcı değil, bir şey değil Ahmet. Bir sayıları bilir, bir de yemek yapmasını. Bir Fatması var bu Dünya’da bir de iki evladı.

Döner dolaşır çaresizce. Bir hata oldu, bir yanlış oldu, düzelecek diye beklerken umutsuzluk cenderesine düşer.

Soluğu Antakya’da alır. Üç gün beş gün dolanır yanımda… Çalıştığım gazeteye gider, gelir, akrabalarıma takılır, tanıdığım esnaflara takılır. De ki iki hafta gezip tozduktan sonra. Yine uzun uzun konuşmalardan sonra bir yere varırız Ahmet’le.

Yurtdışına çıkacak ve orada bir yol bulup akademisyenliğe devam edecektir.

Öyle de olur. Yaptı aşçı Çingene Ahmet…

Ulaştı ailesi ile yurtdışına. Şartları, sınavları, zamanı hep çöze çöze şimdi bir üniversitede matematik dersleri vermeye başladı.

Peki Ahmet’in bu hayatından devletin, KHK ile onu işinden, yurdundan eden memurların haberi var mı?

Yok.