Herhalde asırlardır her gün nargile kafelerde ve millet kıraathanelerinde çay-kek eşliğinde yerel siyaset konuşacağımız ve milli-yerli övgülerle kendimizi iyi hissedeceğimiz zamanların hayalini kuruyorduk... Bari o keklerin içine antidepresan da koysalar diye düşünmüyor değilim bazen. Çünkü ağır bir hipnoz altından zombileşme sürecine aktarım işlemi çoktan başlamış bulunan Türk halkı, elbet birtakım dönüşümsel semptomlar yaşayacaktır. Hayır, yani, bu nadide ve güzide kitlelerin ‘hayali’ neydi ki ‘hayal kırıklığı’ ne olsun. Lakin bu işte bir ‘kırıklık’ olduğu kesin. Hipnoza henüz girmemiş olan diğer %48 küsuruysa, 1 liradan 7 liraya artan soğan değil, Türk siyasi yapısı ve formasyonunun acı gerçekleri ağlattı. Çünkü siyaset tek kelimeyle ‘vahşi’ bir arenadır, acımasızdır. Kazanan için kazanmak asla yetmez, diğer tarafın da kaybettiğini görmek ve bunun tadını sonuna kadar çıkarmak ister.

Aslına bakarsanız, Türk halkı gerçeklerle değil vaatler ile ve hayaller ile yaşamaya teşnedir. 2023 yılı hedefleri arasında en dikkat çekeni, “Türkiye’nin dünyanın en büyük 10 ekonomisi arasına girmesi” hedefidir. Kulağa çok hoş geliyor ve bu ülkede yaşayan hiç kimsenin itiraz edemeyeceği bir gayenin ifadesidir. Oysa bu hedef tespiti yapılalı tam 10 yıl oldu, 10 yıl önce dünyanın 17. ekonomisiydik, şimdi ise 18. sıraya geriledik. Fakat inanın, halkımız için değişen bir şey yoktur. Matematiksel ve iktisadi olarak imkânsız olduğu halde, 2023’te ilk 10’a gireceğimizi, gelişmiş, gelişen ve gelişmekte olan ülkeleri kıskançlıktan ve hasetten çatır çatır çatlatacağımıza inanmaktan kendisini alamaz.

Prof. Ali Akarca’nın geliştirdiği ekonometrik modele göre kişi başına milli gelirdeki yüzde 1’lik artış iktidar partisine yüzde 1 oy getirirken, enflasyondaki her yüzde 1’lik artış, oyların sadece yüzde 0,12 - 0,15’ini götürüyor. Yani seçmen için ekonomik büyüme, enflasyondan çok daha önemli. Prof. Akarca geliştirdiği bu modele göre Ak Parti’nin alacağı oyu hemen seçimden önce %42.81 olarak tahmin etmiş. Aslında, bilimsel ve gerçekçi düşünüldüğünde, çift seçimde alınan sonuçlar o kadar da sürpriz değil. Muhalefet kanadı ne ektiyse onu biçiyor. 6 genel seçim, 3 yerel seçim, 3 referandum ve 2 Cumhurbaşkanlığı seçimi kazanan taraf az bir fireyle Türkiye’yi yönetmeye devam ediyor...

Ekonomist Atilla Yeşilada seçimden önce şöyle demişti: “Bundan sonra Türkiye’yi Erdoğan veya İnce değil, uluslararası piyasalar yönetir… En geç gelecek sene Haziran ayına kadar IMF ile bir anlaşma imzalanır. Erdoğan’ın yapabileceği en iyi şey süper yetkili Ekonomi Bakanı olarak Babacan’ı getirmek ve Çetinkaya’nın istifa etmesidir”. Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası eski Başkanı ve şu anda İyi Parti Ekonomiden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Durmuş Yılmaz’ın “bir cisim yaklaşıyor” diyerek yumuşakça uyardığı hadise budur.

Türk halkı ya da Türk seçmeni “seç” denildiğinde seçilecek bir şey ve bir ışık göremiyorsa, “seçme” denildiğinde tutumu nasıl olacak? 9 ay sonraki yerel seçimlerin ülkenin siyasi dengelerinde kuvvetle muhtemel herhangi bir değişikliğe yol açmayacağını varsayarsak, 2023’e uzanan önümüzdeki 5 senelik süreci “yaşayarak” göreceğiz. Ancak tam da şu an, Erdoğan’a oy vermeyen %47.5 sus pus olmuş, kurbanlık koyun gibi bekliyor. Zira henüz “Başkanlık icraatları” başlamadı. Korku filmi gibi, değil mi? İzleyelim ve görelim...

Yaşadığımız bu dönemi siyaset tarihçilerinin 50-100 yıl sonra nasıl yazacağı ve yorumlayacaklarını hiçbirimiz şimdiden bilemeyiz. Julian Barnes şöyle der: “Tarih zafer kazananların yalanları değildir. Tarih daha çok, çoğu ne zafer kazanmış ne de yenilgiye uğramış olan hayatta kalanların anılarıdır... Tarih, hafızanın kusurlarının belgelerin yetersizliğiyle buluştuğu noktada oluşan kesinliktir...”