Siyaset ve demokrasi tarihine mühürsüz seçim olarak geçen şaibeli 16 Nisan halkoylamasından bir yıl sonra ülke yeniden seçim sathı mailine girdi. 16 Nisan, kanunda çok açık belirtilmesine rağmen seçim sırasında Yüksek Seçim Kurulu’nca nasıl alındığı meçhul bir kararla mühürsüz zarf ve pusulaların geçerli sayılmasıyla malûl bir tarih değil yalnız. Seçim güvenliğine gölge düşürülmesi kadar siyasî ve sosyolojik sonuçları ve referandumun meşruiyeti bakımından da çokça tartışıldı.

YSK’nin açıkladığı verilere göre ‘evet’ oyu verenlerin oranı 51,41, ‘hayır’ oyu verenlerin oranı yüzde 48,59. Toplamda 2,5 milyon olduğu iddia edilen mühürsüz zarf ve pusula vardı ve bu “resmi sonucu” değiştirebilecek nitelikteydi. Ya yasama yürütme ve yargı erklerinin tek elde toplandığı partili cumhurbaşkanlığı sistemine geçiş için yaratılan “fiilî”, başka ifadeyle hukuk-dışı durum veya keyfî düzen tescillenecek ya da süregelen ve dayatılan sisteme itirazla muktedir halk tarafından durdurulmuş olacak; böylece demokratik bir geleceğin önü açılacaktı.  

İktidar bir yıl içinde seçimde yapılan usûlsüzlüğü sahiplenerek üstünü örtmek için çok mücadele verdi –ki uzun erimde referandumun iptali için muhalefet tarafından başvurulan hukuk yollarının da sonuç vereceği tartışmalıydı– ama 16 Nisan akşamı muktedirin alelade kazandıklarını açıklarken söyledikleri hâlâ kulağımızda: “Atı alan Üsküdar’ı geçti!” Üsküdar’da iki puan gerilemiş, sonradan “metal yorgunluğu” itirafıyla belediye başkanlarını dahi istifa ettirdiği İstanbul, Ankara gibi metropollerde kaybetmişti ama erken ya da baskın seçim tarihinin belli olduğu güne kadar –16 Nisan ertesinde iktidar gazetelerinde ilan edilen– “zafer”e inandırmaya çalışıyordu kitlesini.

Referandum sonucu en azından bize şu bilgiyi verdi: Bir an seçim hilelerini unutsak bile referandum istatistiğinin yarıdan ancak bir fazla olduğu gerçeği göz önüne alındığında –siyasî erk her ne kadar buna dayanarak bir takım değişikler yapabileceğini savunsa da– toplumsal uzlaşı metinleri olan anayasalarda tüm insan ve toplum yaşamını etkileyen, memleketin kaderini rejimin esasını belirleyen köklü değişiklikler yapmak ne akla ne de vicdana uygun!

İktidarın, 12 Eylül anayasasında cumhurbaşkanına geniş yetkiler tanınmasının yarı-başkanlık durumunu ortaya çıkardığı teziyle propagandasını yaptığı partili cumhurbaşkanlığı sistemine, farklı toplumsal kesimler tarafında tam bir mutabakat oluşturamaması yalnız referandumun sonucu itibariyle değil 7 Haziran 2015 genel seçiminde de görüldü. Bu anlamda iktidarın tekelleşmesine (yine iktidarın yaftalamayla, ötekileştirmeyle, baskıyla yürüttüğü ‘evet’ kampanyasına ve seçim süreçlerinin eşitsiz adaletsiz koşullarda ve olağanüstü baskı ortamında geçmesine rağmen) toplumsal direnişin kırılamadığını kaydetmek gerek.

Nitekim “zafer” işte bir yıl sürebildi. 16 Nisan’da oylattıkları “sistem”e geçişin “uyum yasaları” denilen “hukukî” zeminini bile hazırlanamadan 2019’da yapılacak genel seçimi apar topar haziran ayına çektiler. Özellikle de son zamanlarda erken seçim söylentilerine daha hararetli bir şekilde karşı çıktıkları kayıtlar da arşivlerde mevcut ama durumu en iyi tanımlayacak 2009’dan bir konuşma geliyor akla. Erken seçim kararının ancak hükûmet acze düştüğünde acze düşenler tarafından alınacağını söyleyen Erdoğan, erken seçim ifadesini ise ülkeye ihanet olarak görüyordu.

Şimdi üç şey var: Birincisi acze düştüklerinin ikincisi de siyasal muhalefeti gafil avlamak için olsa gerek seçimin hemen yarın yapılacağının ilanı! Üçüncüsü ise iktidar kanadının bu durumu bırakın rejimi tümden değiştirme eşiği olan yüzde 51 oranıyla seçmene, kendi kitlesine dahi anlatması pek mümkün görünmüyor.

İktidarın doğrudan veya dolaylı müsebbibi olduğu iç politikadan dış politikaya ne yazık ki pek çok sorun var memleket ahvali. Hepsini tek tek saymak yazının boyutunu aşar. En güncel örnekle bir televizyon programına telefonla bağlanarak hepimizin ortak temennisi olan çocukların ölmemesini ifade eden bir insanı bebeğiyle hapseden, 23 Nisan’da ilkokul üçüncü sınıf öğrencilerini kıyafetleri nedeniyle sahneden indiren, Meclis’te kadın oyunculara sahneyi yasaklayan zihniyetten, zulüm ve barbarlığın hüküm sürdüğü bir düzenden bahsediyoruz. Çünkü sadece merkezden çevreye yayılan kurumlarda örneğin siyasette, bürokraside, hukuk ve eğitim sistemindeki yozlaşmanın, çöküşün göstergesi veya parlamenter demokrasinin gerilemesi değil mesele; insanî ve vicdanî olandan, toplumsal barıştan, hoşgörüden de kayıptır kötülük.

Tek başına hükûmeti kurabilecek meclis çoğunluğunu elde ettikten sonra ki o çoğunluğun partili cumhurbaşkanında eridiği yönetim sorunsalında; eğitim, sağlık, ekonomi, hukuk, güvenlik, siyaset, dış politika vb. gibi pek çok alandaki problemlerin anayasaya göre çözüm mercii olan parlamentoda demokratik yasa yapma süreçlerini –örneğin KHK ile– etkisizleştirerek, Meclis’in üçüncü partisi HDP’yi liderlerini tutuklayarak, vekilliklerini düşürerek parlamentodan uzaklaştırma siyasetiyle temsilde adaleti ortadan kaldırarak, yüksek ve yerel mahkemelerin kimi kararlarına “uymayarak”, hemen her alanda “ben yaptım oldu” dayatmasıyla meslek örgütlerini, sivil toplumu dışlayarak demokrasi ve adaletten söz edemezsiniz. Yapa yapa insandan yeşilden soyutlanarak insansızlaşmış betonlaşmış ruhsuz bir Taksim Meydanı yaparsınız ki; 1977 olaylarında, Gezi eylemlerinde, 1 Mayıslarda ve daha pek çok zamanda devlet şiddetinin topluma gark edildiği o meydanın saksılarıyla da madara olmanız kaçınılmazdır cümle âleme.      

İktidar kendinin “millet” tanımı içine girmeyen hemen herkes için kurduğu “ölüm mekânizmaları” ile bagajını baskıyı artırdıkça doldurdu, saldırganlaştıkça yeni haksızlıklara yol açtı, bunları savunurken siyasetini “milli”, “yerli”, “şehit” “beka”, “hain”, “terörist” kavramları üzerinden kurarak toplumsal ve siyasal çatışma yarattı. Şimdi kendi bekasını, OHAL’i yedinci kez uzatarak ama son kertede Bahçeli’yle kurduğu “cumhur ittifakı” ile kurtarmaya çalışıyor. Bahçeli mi Erdoğan’ın (AKP) teknesine bindi yoksa Erdoğan mı Bahçeli’nin (MHP) yörüngesine girdi, tartışmaya değer ama galiba ikisi de demokrasiden tamamen arındırılmış baskıcı bir devlet tahayyülünde birbirini tamamlıyor.

Siyasî iktidar ve bileşeni her ne kadar toplumu böle böle ikbalini korumaya çalışsa da ekonomideki çöküş, döviz kurunun hiç düşmemesi, çift haneli enflasyon, benzine, motorine getirilen zamlar, artan işsizlik, açlık ve yoksulluk sınırının altında borç batağında yaşayan işçi, köylü, emekli milyonlarca vatandaş bir yerlerde mutlaka karşılarına çıkıyor.

Başbakanlık önlerinde yazar kasalar atılmıyor denilerek, ekonomik büyüme şişirilerek, hattâ son zamanlarda ekonomiden sorumlu bakanlarla ters düşme pahasına ekonomide her şeyin yolunda gittiği algısı yaratılmaya çalışılsa da; işçinin işsizlikten intihara sürüklendiği, genç öğretmen adaylarının atanamamaktan intihar ettiği, çiftçinin sütünü banka önlerine döktüğü, pancar üreticisinin isyan ettiği, keza kamu malı şeker fabrikalarının satışa çıkarılmasına karşı oluşan toplumsal tepki gerçeğini saklayamıyorlar. Bu saklanamaz duruma Behçet Necatigil’in “Hal Tercümesi” tercüman olsun: “Kapalı kaynar tencerem bilinmez,/ Et mi pişer, dert mi pişer.”

“Cumhur ittifak”ın muhalefeti gafil avlama, hazırlıksız yakalama veya ekonomideki acı tablo daha da ağırlaşmadan yeniden kazanma umuduyla “baskın” ama yakıcı memleket gerçeği bakımından da “erken” seçim kararı alınmasındaki “acziyet” en çok burada gösteriyor kendini.

Siyasette yirmi dört saatin uzun olduğu zaman. Seçime giden süreçte her şey anlık değişiyor: Devlet Bahçeli’nin çağrısıyla ama daha da erkene çekilen parlamento ve cumhurbaşkanı seçimi, CHP’nin İYİ Parti’ye 15 vekil transferi, Abdullah Gül’ün çatı aday olup olmayacağı, CHP’nin göstereceği adayın niteliği ve kapsayıcılığı konusu, HDP’nin Selahattin Demirtaş’ı aday gösterme yüksek olasılığı, ittifak arayışları ve seçimi kazanmaya dönük çeşitli formüller…

Siyasal muhalefet nasıl bir çözüm bulacak? İlk turda Erdoğan’ın karşısına çatı aday mı çıkarılacak? Bu ihtimal şu an için zayıf görünüyor. Her parti kendi adayını çıkaracak gibi. İkinci turlu çözümün artılarını eksilerini unutmadan böyle bir ortamda tüm muhalefetin, ikinci tura kalan toplumun geniş kesimini kucaklayabilecek ama daha önemlisi, önceden ilan edilecek bir programla en azından parlamenter sisteme dönüş için çalışacağı belirlenmiş makûl adayda birleşmesi, sosyal adaletsizliklerin giderilmesi, ekonomi, adalet alanında seçim sonrası sorunlara çözüm üretilmesi, yeniden demokrasinin önünün açılması, huzurun gelmesi bakımından hem tarihî hem de insanî bir sorumluluk. Aynı şekilde “seçimle gitmezler”, “kaybetseler de iktidarı bırakmazlar”, “yine kazanırlar” gibi çaresizlikleri, 16 Nisan hilesinin yarattığı yılgınlığı, umutsuzluğu aşıp sandığa gitmek de.