Tarih, tıpkı futbol veya siyaset gibi hemen herkesin üzerinde fikir yürüttüğü bir alan.

Özellikle ülkemizde ve en yakın ilişki kurduğumuz Türkiye’de hakkında büyük tartışmaların yaşandığı, hatta televizyon dizilerine yansıtıldığında bile tepki toplayabilen ve ses getirebilen bir alan.

Bu nedenle ben de Tarih Vakfı Başkan Yardımcısı ve Ortadoğu Teknik Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Ferdan Ergut’tan tarih ve tarihin Kuzey Kıbrıs ve Türkiye’deki konumu üzerine bilgi ve fikirlerini Kıbrıs’taki okurlarla paylaşmasını rica ettim.

Pek çok konuda ezber bozan bir mülakat oldu

 

Sizce tarih eğitimi nasıl olmalı? Türkiye ve Kuzey Kıbrıs bu ideale ne derece yakın? Bu bağlamda Tarih öğrenmenin amacı ve yararları neler?

Genel çerçeve olarak şunu söylemek mümkün, okullarda neden tarih öğretmemiz lazım?

Tarihçi olmak için öğretilmez okullardaki tarih. Bizler, o gençleri tarihçi yapmak için tarih öğretmiyoruz; sorumlu yurttaşlar yapmak için tarih öğretiyoruz.

Eğer amacımız buysa, kendine güvenen, omuzları üzerinde kendi kafasını taşıyan ve toplumda düşmanlıklardan ziyade, barış içinde, birarada nasıl yaşanması gerektiğini düşünen bir bireyi oluşturmaya çalışıyoruz.

Tarih, bunun için aslında çok ideal bir alan. Çünkü tarih sayesinde, geçmişe bakıldığında insanların birbirinden ne kadar farklı hayat tarzları olduğunu, benzer sorunlara ne kadar farklı çözümler ürettiklerini görebiliriz.

Hep söylediğimiz gibi, tarih anlamanın bilimidir; dolayısı ile tarih insanları anlamaya yönelik bir çabadır.

Kişileri bu yönde eğitirsek eğer, yani geçmişte olup bitenleri yargılamaktan ziyade, geçmişi anlamaya dönük bir çaba olarak kurgularsak tarihi, gençlere de en büyük yardımlardan birini yapmış oluruz.

Ama biz bunun yerine, dünyanın her yerinde olduğu gibi, (ki Türkiye’de çok daha fazla miktarda bu, Avrupa ülkeleri bunu düzeltmeye başladılar) bilgilerle dolduruyoruz tarih kitabını. Tarih bilgileriyle, isim bilgileriyle, en ince ayrıntısına kadar olgularla…

Oysa bir gence bu kadar olgular, tarihler, isimler yığınını öğretmenin hiçbir anlamı yok. Onun yerine gençlere üzerimizdeki yapıların neler olduğunu örneğin iktidar nedir, güç nedir, yoksulluk, eşitsizlik, sınıf, kadın, çocuk gibi kavramlara ve bu tarz yapılara ilişkin kavramları göstermemiz; göstermekten ziyade üzerinde düşünme ve kendisinin bazı çalışmalar yapmasını teşvik etmek yönünde gitmesi lazım tarih eğitiminin. Ama dediğim gibi Türkiye’de tarih, çocuklara olguları öğretmek ve tarihten nefret ettirmek üzerine kurulu ve gençlerimiz de hakikaten nefret ederek liseden mezun oluyorlar. Ders kitaplarına bir İnsan Hakları projesi yapmıştı Tarih Vakfı. İstersen ondan bahsedebilirim.

BU KİTAPLAR DÜZELTİLEBİLECEK SINIRI DA AŞTI

Buyurun, çok iyi olur.

Şimdi, Tarih Vakfı olarak biz, bundan yedi yıl önce bir proje yaptık. Çok kapsamlı bir projeydi. Ders kitaplarında insan hakları…

Sadece tarih dersleri değil, bütün ders kitaplarımızı taradık. Beş yüzü aşkın öğretmen bize destek oldu bu konuda. Önce bilim insanları, felsefeciler bir araya geldiler ve bir şablon çıkardılar; hangi kriterlere göre bu ders kitaplarının taranacağına dair ve bundan sonra öğretmenlerimize ulaştırdık o şablonu.

İşte biyoloji kitabı, matematik kitabı, din bilgisi, milli güvenlik, tarih. Bütün bu kitapları paylaştılar ve bu şablona göre taradılar. İnsan haklarına aykırı unsurlar 2000’e falan yaklaşınca bu kitaplar düzeltilebilecek sınırı da aştı dedik ve bunu kitap halinde bastık. Teker teker bütün bu ihlaller gösterildi.

Projemiz esasında yankı buldu ve Milli Eğitim Bakanlığı üzerinde çalıştı ve bir bölümü düzeltilmekle birlikte, büyük bölümü hala duruyor.

Mesela o yıllarda şöyle şeyler vardı ki büyük çoğunluğu ne yazık ki hala duruyor. “Güzel Türkçemizde” diyordu Türkçe kitabımız; “Yunanlıların yılan hışırtısını andıran ‘s’leri ve peltek ‘z’leri yoktur”.

Şimdi bir gence komşunun dilinin yılan hışırtısına benzediğini söyleyen böyle kitaplarımız vardı. Görsellerimiz çok kötüydü. İşte, erkek gazete okuyor; kadın mutfakta yemek pişiriyor; çocuk yerde oynuyor. Böyle çok klişe ve seksist görseller kullanılıyordu.

Milli güvenlik dersleri fecaat ki, hala böyledir, bütün bu militarizmi gençlere aşılamak için bilinçli olarak kullanılıyor. Bunların tabii tümünün değiştirilmesi lazım ve ders kitaplarımızın tümüyle bu şoven unsurlardan arındırılması lazım.

Bunu Avrupa Birliği ülkeleri yaptılar. Fransa’yla Almanya mesela, tarihçilerini bir araya getirdi ve kendi kitaplarını bu şoven unsurlardan arındırdılar. Onların kitapları da birbirlerine karşı gayet kötü yorumlarla doluydu. Bu ortak tarihçiler komisyonları bu tür şeyleri çıkarttılar kitaplardan. Gönül ister ki biz de Yunan tarihçilerle, Ortadoğulu tarihçilerle bir araya gelelim ve bütün buralarda ortak bir tarih ders kitabının oluşması için çalışalım. Ama şimdilik bu bir ütopya!

YAŞADIĞIMIZ TOPLUMA KARŞI SORUMLUYUZ

Peki, Kuzey Kıbrıs’ta önceki hükümet tarih kitaplarını değiştirmişti Bize bir süre tarih dersleri teksirlerle okutuldu, bu tarz militarist unsurları falan değiştirmek için. Siz bunu yapıyorsunuz. Fakat karşı taraf da yapıyor mu tarzında tepkiler aldılar. Bu konuda bir bilginiz var mı?

Duyumlarım var. Öyle çok fazla bildiğim bir alan değil. Fakat aynı şeyleri Yunanistan da yaşadı. Bildiğimiz üzere Yunanistan’da da, böyle, tarihi barış için, bir arada yaşamak için kullanmak isteyen bilim insanları bir araya geldiler ve alternatif tarih kitapları ürettiler. Orada da kilise ayaklandı. Orada da Türk düşmanı unsurlar çıkartılmaya çalışıldı tarih kitaplarından ve orada da tarihçiler yenildi. Ama bir sonraki raunda tekrar mücadele edecekler. Benim bu konudaki tavrım şudur: Biz, hepimiz, kendi yaşadığımız topluma karşı sorumluyuz. Bilimsel ahlakımız neyin doğru olduğunu düşünüyorsak onu söylemek ve o söylediğimizin de icaplarını yerine getirmek yönünde olmalıdır. Yoksa karşı taraf böyleyken biz böyle olmamalıyız tarzında bir argümanın benim için hiçbir ikna ediciliği yok. Tarih kötüye kullanılmamalıdır. Şu anda bizim ders kitaplarımızda tarih suiistimal ediliyor. Ben de bu bilim alanında çalışan bir bilim insanı olarak, kendi bilim alanımın suiistimal edilmesine elbette karşı çıkarım. Gücüm geldiği nispette de karşı çıkıyorum. Yunanistan’daki tarihçi arkadaşlarım da bunu yapıyor. Benim gibi düşünenler. İşimiz zor. Belli ki Kıbrıs’taki tarihçi arkadaşlarımızın da işleri zor. Ama biz mücadele etmeye devam edeceğiz.

Tarih biliminin sadece geçmişle ilgili bilgiyi aktaran bir bilim değil de, günümüzün şekillenmesine de etki eden bir bilim olduğunu düşünmek ne derece mümkündür? Buna göre diğer ülkelerle Türkiye ve Kuzey Kıbrıs’ı kıyaslarsak ne durumdayız?

Bu tabii tehlikeli bir alan. Tarihi bugünümüz için hep kullanıyoruz; ama tabii dediğim gibi bu da bir şekilde tarihi bir araç haline getirmek oluyor. Araçsallaştırıyoruz yani tarihsel bilgiyi. Oysa bilgileri araçsallaştırmamamız lazım. Bilgi, bizatihi bilgi olarak kıymetlidir. İster istemez bunu yapıyoruz. En çok da politikacılar, sonra eğitimciler yapar bunu.

Doğal olarak bunların hakikatin dışında başka kaygıları vardır. Bir siyasetçinin temel kaygısı hakikat değildir. Bilim insanlarınınsa temel kaygısı hakikattir; dolayısıyla biz geçmişte ne olduğunu, geçmişin içinden anlamaya çalışıyoruz.

Tarihçiler olarak kendimizi geçmişte yaşayan insanların yerine koyuyoruz. Acaba onlar ne düşünüyordu? Ne düşünerek böyle hareket ettiler, onu anlamaya çalışıyoruz. Oysa onu bugün için kullanırsak, geçmişi yargılamak için kullanmış oluruz ki, bu da geçmişe yapılan büyük bir haksızlıktır.

Bugünkü dertlerimizi geçmişe bakarak çözme yoluna da sapabiliriz ki bu başlı başına zaten bizim bağnazlık dediğimiz bir meseledir. Bugünün sorunları bizler tarafından bugünkü sınırlar içerisinde çözülecek ve olanlar aynen tekrarlanabilecek şeyler değillerdir! Genellikle, daha çok muhafazakâr insanların tarihe bakışları böyledir. Altın çağ bulurlar tarihte. Üstelik her grubun kendi altın çağı vardır. Kimine göre bu, işte, peygamber döneminin asr-ı saadeti olabilir.

Kanuni Sultan Süleyman dönemi olabilir. Kimine göre Atatürk dönemi olabilir. Bütün bu altın çağ tasvirleri/tasavvurları aslında tarih bilincinin eksiliğiyle açıklanabilecek şeylerdir. Geçmişte olanlar bir daha tekrarlanmazlar. Tarih tekerrürden ibaret değildir! Zaten bizim tarih bilincinden kastımız şudur: “Geçmiş bugünden farklıdır.”

Bunun doğal uzantısı da şudur ki, bugün de yarından farklı olacak. Bütün bunları söylemekle birlikte, dediğim gibi bu kaçınılmaz bir şey. Geçmişi bugünümüzün problemleriyle yorumluyoruz.

Dolayısı ile hangi perspektiften tarihe bakmalıyız gibi bir soru var. Konuşmanın başında söylediğim gibi, evrenselci bir bakışla geçmişe yaklaşmamız gerektiğini düşünüyorum.

Demokratik, çoğulcu, katılımcı, özgürlükçü bir toplum yaratabilmek açısından geçmişe nasıl bakmalıyız? Özellikle eğitim alanında konuşacaksak bence böyle düşünmemiz lazım. Tabii ki çatışmalar vardır. Modern toplum çatışmalı bir toplumdur zaten. Her bireyin, grubun farklı çıkarları vardır ve bunlar çatışır. Geçmişte de böyle çatışmalar vardı ve hep olacak.

Dolayısıyla bunları normal olduğunu, bir tarafın mutlak suretle tasfiyesinin gerekmediğini anlatmalıyız. Çatışmalar farklı çıkarlardan kaynaklanır. Bu, işin doğası gereği böyledir. Bu çatışmalı süreçleri anlamak için ille de bir günah keçisine gerek yoktur. Dolayısıyla gençlere böyle bir tarih eğitimi vermek bugüne odaklanmalarında yardımcı olur.

Bütün sorunları elbette çözmez ama bugünün çatışmalı toplumunda kendilerini bir yere koyabilmelerini, bu değişikliklerden çatışmalardan korkmamaları gerektiğini, bunun işin doğasında olduğunu anlatma misyonunu tarih yüklenebilir. Tersini de yüklenebilir ki; ne yazık ki öyle olmuştur. Tarih tüm düşmanlıkları körüklemek için de kullanılabilir. Ne yazık ki ağırlıklı olarak böyle kullanılmıştır. Evet, düşmanlık yaratmak istiyorsanız tarih size bunun da malzemesini verir. Tarihe bakarak belli bir gruptan nefret edebilirsiniz, belli bir grubu toplumunuzdan dışlayabilirsiniz. Bu da mümkündür. Buna direnmek lazım.

Yani esasında diğer soruları açıklarken açıkladınız fakat ben sorumu yine de yönelteyim, Kuzey Kıbrıs ve Türkiye halklarının tarihe bakışı hakkında ne düşünüyorsunuz?

Eee… Tabii buralar tam da çatışmalı toplumlar aslında söylediğim gibi. Kıbrıs toplumu da Türkiye toplumu da çok çatışmalı süreçlerden geçmiş toplumlar. Geçmişlerinde önemli yaralar var, önemli problemler var. Bu problemlerle yüzleşmesi gereken toplumlar.

O yüzden tarihin güncelliği diyebileceğimiz bir mesele var iki toplumda da, tarih çok güncel. Sürekli tarihle yatıyoruz, tarihle kalkıyoruz o yüzden. Dünyada Türkiye topluma kadar her sorununu tarihten çözmesini bekleyen, ha bire tarihçilere müracaat eden, şimdi şu sorunumuz var hadi bakalım nasıl çözelim diye sürekli tarihçilere danışan bir toplum yok. Sağlıklı bir ilişki değil.

Tarihle böyle ilişki kurulmaz ama mecburen bu iki toplumun da tarihleri çok çatışmalı olduğu için ötekiyle yaşamanın bir aracı kılmak zorundalar tarihi. Çünkü ötekini tasfiye etmek, 1. Zaten mümkün değil, 2.Geçmişte yaşanan sorunlar üzeri örtülerek kapanabilecek sorunlar değil. Bunlar bizim bünyemize işliyor, tarih böyle bir şeydir. Uzun süre üzerini örtersiniz örtersiniz ondan sonra hepsi fışkırmaya başlar.

Örneğin Türkiye’de yaşadığımız sorunlar böyle. Bizim bütün sorunlarımız tarihsel. Ermeni sorunundan, Kürt sorunundan, Alevi sorununa, uluslararası ilişkiler meselemize hepsinin tarihsel boyutları var ve tarihi kullanırken çok dikkat etmemiz gerekiyor iki tarafta da. Tek taraflı olabilecek bir şey değil. Böyle teşvik etmek gerekiyor. Bu da her toplumun “Ötekisi” kimse, Kıbrıs Türk toplumu açısından bakıldığında elbette Rum toplumu, oralarla ilişkileri sıklaştıracak, o zemini bulacak zeminlere ihtiyacımız var. O zeminleri kuramadığımız, her toplum kendi başına kaldığı müddetçe sadece kendi mağduriyetini anlatmaya başlayacak. Diğerinin mağduriyetine dâhil hiçbir şey söylememiş olacağız. Diğerini anlamamakta ısrar edeceğiz. Dolayısı ile önyargılarımızı hep pekiştire pekiştire gideceğiz. Önyargılarımız da modern bir toplumda yaşamak için en büyük tehlike.

Son olarak, 1990’lardan beri sosyal, kültürel, ekonomik pek çok alanda araştırmalar oldu. Sizce bu araştırmaların toplumsal yansımaları ne düzeydeydi ve üniversitelerin bu araştırmaların artışında rolü nedir?

Nicelik olarak çok arttı tabii ama nitelik olarak gelişip gelişmediği ayrı bir mesele. Niteliksel olarak da bir gelişmeden söz edebiliriz. Türkiye’de çok değerli genç tarihçiler yetişmeye başladı. Bunlar dünyaya açık, dünya tarihçiliğini yakından takip eden, dolayısıyla tarihçiliğin evrensel standartlarına hâkim bir kuşak şu anda Türkiye’de yetişiyor. Tabii bunların ürettiği tarihçiliğin genele mal olması meselesi ise ayrı bir şeydir. Örneğin ders kitaplarımıza yansıyor mu derseniz, yansımıyor bunlar. Öte yandan Türkiye’deki üniversitelerin çok büyük çoğunluğunda -%90a yakınında- tarih suiistimale çok açık şekilde öğretiliyor. Evrensel kıstasların evrensel ölçütlerini temel almak yerine bir kimlik inşası için kullanılıyor tarih. Bir tarih güzellemeler anlatısı olarak kullanılıyor. Başlangıçta bütün ülkeler tarihi milli kimlik inşası için kullandılar. Ama artık 21. yüzyılda, küreselleşme çağında milli kimliğin içine hapsolup kendini her türlü evrensel etkilerden arındırmaya çalışan, dışarıya hep şüpheyle bakan, “etrafımız işte düşmanlarla çevrilidir”, “herkesin gözü Türkiye’nin üzerinde bunun da işte tarihsel temelleri vardır” türünden bir anlatımın bir gence yardımcı olacağını düşünmüyorum. Yaşadığımız çağ böyle bir çağ değil. Gençleri donanımlı yetiştirmiyoruz.

Bu da en başından beri konuştuğumuz meseleye geliyor. Evet... Sonuç olarak ümitli olabilmemiz için nedenlerimiz var yeni kuşak tarihçiler açısından. Fakat hala hem eğitim sistemimizin geneline hem üniversitelerin tarih bölümlerine bakıldığında milliyetçi, Türk-İslamcı bir bakışın hâkim olduğunu görüyoruz. Bu da Türkiye’deki tarihçilik açısından pek de iyi bir şey değil.