Pazar akşamı ülkemizde Galatasaray – Beşiktaş derbisinin heyecanı yaşanmakta iken, İngiltere’de de bir başka heyecan fırtınası esiyordu. Arsenal, Manchester United deplasmanındaydı.

İngiltere liginde şampiyon çoktan belli olmuşken ve bu sezon hem Arsenal hem de United açısından daha şimdiden hayal kırıklığı ile son bulmuşken, bu maçın bir formaliteden öte geçmediğini düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Arsenal ile United arasında oynanan maçlar daima önemli birer spor olayıdır. Bu iki takım arasındaki rekabetin sadece İngiltere futbolu açısından değil, dünya spor tarihi açısından da çok özel bir yeri vardır.

Her şeyden önce bu iki takım 1919 senesinden beri aynı ligde mücadele ediyorlar. Dolayısıyla bir benzerine kolay kolay rastlanmayacak ölçüde köklü bir tarihi var bu rekabetin. İki kulübün gelenekleri, değerleri ve tarihi de eklendiğinde, bu rekabet büsbütün özel bir anlam kazanıyor.

Yüzyıllık bir tarihe uzanan bu köklü rekabetin her zaman centilmence yaşandığı da söylenemez. Örneğin 1990 yılının Ekim ayında Old Trafford’da oynanan ve tarihe bir futbol maçından çok “United – Arsenal kavgası” olarak geçen maçta yaşananlar ilginçtir. Maçın ikinci yarısında orta sahada yaşanan bir ikili mücadele sonrasında saha karışmış, iki takım oyuncuları birbirine girmişti. Sakinliğiyle tanınan Arsenal kalecisi Seaman dışında sahadaki bütün futbolcular kavgaya karıştı. Neticede maçı Arsenal 1-0 kazandı kazanmasına; ama çıkan saha olayları nedeniyle İngiliz Futbol Federasyonu Arsenal’in 2, United’ın da 1 puanını sildi. O maç İngiliz futbol tarihinde, çıkan saha olayları nedeniyle her iki takımın birden puan silme cezası aldığı tek maçtır.

Lakin bu iki kulüp arasındaki köklü rekabetin zirveye çıkması, daha sonraki yıllara rastlar. United’ın başına Alex Ferguson’un, Arsenal’in başına da Arsene Wenger’in geçmesi ile birlikte bu rekabet bambaşka bir düzeye sıçradı. 90’ların ikinci yarısına ve iki binli yılların büyükçe bir bölümüne damgasını vurdu.

Dile kolay, Ferguson emekliye ayrıldığı 2013 senesine kadar tam 26 sene United’ın başında kaldı. Müthiş başarılar kazandı. Kariyerinde 13 Premier Lig şampiyonluğu, 2 Şampiyonlar ligi şampiyonluğu, 4 lig kupası şampiyonluğu, 5 FA Cup şampiyonluğu var. Üstelik de bunu, göreve geldiğinde küme düşme sınırlarında dolaşmakta olan bir takımla yaptı. Müthiş bir kariyer.

Arsene Wenger, Ferguson’un bu baş döndüren başarılarla dolu kariyerindeki en büyük rakibiydi. O da 22 yıldır Arsenal’i çalıştırıyor. Arsene Wenger’in Arsenal’in başına geçtiği 1996 senesinden itibaren bu ikilinin rekabeti İngiliz futboluna damgasını vurdu. İroniktir, uzun yıllar boyunca İngiliz liginin lokomotif gücü, bir İskoç ile bir Fransız arasındaki bu kıyasıya rekabet oldu. Bu ikili arasındaki rekabet, kitaplara ve belgesellere konu olacak kadar renklidir. Dünya futbolunda bir eşi daha yoktur.

Bugün İngiliz Premier Ligi, dünyanın açık ara en büyük futbol ekonomisi durumunda. Bunun en temel nedeni, astronomik bir naklen yayın gelirine sahip olması. Premier Lig’in yayın haklarından elde edilen gelir 5.8 milyar Euro’nun üstünde. Buna bir de hasılat gelirleri, lisanslı ürün satışları ve sponsorluklar eklenince, ortaya korkunç bir futbol ekonomisi çıkıyor. Aradaki fark o kadar büyük ki Premier Lig’in toplam geliri, ikinci sırada yer alan Alman Ligini ya da üçüncü sıradaki İspanya Ligini bile ikiye katlıyor. Ülkemizle kıyaslamak için ise şu örnek yeterli olacaktır: Bu sene süper ligi şampiyon bitirecek olan takımın tüm gelir kalemlerinden elde edeceği toplam gelir, premier ligi son sırada bitiren ve küme düşen takımın (hasılat ve sponsorluk gelirleri bir yana) sadece yayın havuzundan elde edeceği gelirden bile daha az olacak.

Premier Lig dünya futbol ekonomisinin zirvesinde yer alıyor ise, bunu biraz da Ferguson ile Wenger arasındaki bu efsanevi rekabete borçludur.

İkilinin bu gergin rekabetinde pek çok unutulmaz maç var. Nasıl olmasın ki, kariyerleri boyunca tam 49 kez karşı karşıya geldiler. İlk akla gelen, 2004 yılında Old Trafford’da oynanan maç. Öyle ki, bu maçın İngiliz futbol tarihinde özel bir adı bile var: “Battle of the Buffet”. Her yönüyle müthiş bir hikayesi olan bir maçtır. O uzun hikayeyi anlatmayı bir başka yazıya bırakıp, maçın atmosferine dair fikir vermesi için sadece şunu söyleyeyim: Maç öyle bir atmosferde oynandı ki, maçın bitiminde soyunma odalarına giden koridorda Alex Ferguson’un kafasına bir dilim pizza fırlatıldı. Koridorda pizzanın ne işi vardı, o pizza Ferguson’un kafasına nasıl atıldı demeyin. Öyle acayip bir maçtı işte. Seneler sonra Fabregas, pizzayı atanın kendisi olduğunu da itiraf edecekti.

İşte Pazar günü oynanan maçta, sezon sonunda emekliye ayrılacağını açıklamış bulunan Arsene Wenger son kez takımının başında Manchester United deplasmanına çıktı. Old Trafford’a adımını attığında onu kim karşıladı dersiniz: Kadim rakibi, ezeli düşmanı ve ebedi dostu Sir Alex Ferguson elbette.

Alex Ferguson efsanevi rakibinin elini saygıyla sıktı, onu sevgiyle kucakladı. Kenarda ne yapacağını bilemeyen bir çocuk edasıyla şaşkın ve utangaç biçimde kendilerini izleyen Mourinho’yu da çağırdı. Onun da Wenger’e hakettiği saygıyı sunmasını sağladı. Sonra Wenger’e gümüş bir plaket sundu. Onu Old Trafford tribünlerine alkışlattı.

Müthiş bir sahneydi…

Bir büyük hoca, hayatı boyunca kıyasıya rekabet ettiği bir başka büyük hocayı hak ettiği saygıyı göstererek uğurladı yeşil sahalardan.

Aynı anda Türkiye’de Şenol Güneş basın toplantısındaydı. Sıkkındı. Bunalmıştı. Canından bezmişti. Uğradığı hakaretlerin, yaşadığı aşağılanmanın yükü omuzlarındaydı besbelli ki. Birkaç cümle söyleyip gitti. O kısacık basın toplantısından taş gibi ağır bir cümle kazındı akıllara: “Birçok değerin anlamını yitirdiğini görüyorum. Böyle bir ortamda konuşmanın bir anlamı yok!”

Hangi renklere gönül vermiş olursa olsun, bu tablodan hicap duymayan bir futbolsever bizden değildir…

Türkiye’de hiçbir başarı cezasız kalmaz. Ülke sosyolojisine dair bu acı gerçek, futbol dünyamız söz konusu olduğunda büsbütün doğrudur. Vasatın yüceltildiği futbol iklimimizde sahiden de hiçbir başarı cezasız kalmıyor.

Şenol Güneş bunun en tipik örneği. Üstelik bir kez de değil, iki kez cezalandırıldı; iki kez linç edildi Güneş.

İlk kez linç edildiğinde Milli Takım teknik direktörüydü. Dünya üçüncülüğünü kazanmış, dünya kupasında final oynamanın eşiğinden dönmüştü. Milli takım düzeyinde ülke futbolunun tarihindeki en büyük başarıyı elde etmişti.

Yaptığı oyuncu tercihleri, kurduğu kadro, sahada tercih ettiği formasyon, antrenman teknikleri, rakip analizleri, aldığı skorlar, taktik yaklaşımları, oyun felsefesi, inşa ettiği oyun mekaniği filan tartışılmadı. Giyimi, kuşamı, konuşması, karizması, oturması, kalkması filan doldurdu gündemi. Köylü dediler, giyinmeyi bilmiyor dediler, karizması yok dediler. Linç ettiler. Gazete sütunlarını süsleyen hakaret ve aşağılama yüklü histerik yazılara konu edildi. Düpedüz lince uğradı. Kapının önüne kondu.

Üçüncülüğü kazandığımız 2002 Dünya Kupasından bugüne, bir daha bırakın o başarıya yaklaşmayı filan, dünya kupalarına katılma hakkını bile hiç elde edememiş olmamız, Şenol Güneş’in başarısının büyüklüğünü bugün çok daha net görmemizi sağlıyor. Tıpkı 2006, 2010 ve 2014 dünya kupaları gibi, bu sene Rusya’da yapılacak dünya kupasını da uzaktan seyretmekle yetineceğiz.

Aradan 16 yıl geçti. Şenol Güneş bir başka tarihi başarıya daha imza attı. İki sene üst üste şampiyon yaptığı takımını, dünyanın en büyük futbol organizasyonu olan Şampiyonlar Ligi’nde, gruptan namağlup lider çıkarmayı başardı. Bir daha ne zaman tekrarlanacağı meçhul, müthiş bir başarı bu.

Kaderin ne acı bir cilvesi ki, başarının asla cezasız kalmadığı bu topraklarda, elde ettiği bu ikinci tarihi başarının ardından yine linç ediliyor Şenol Güneş. Üstelik ilkinden çok daha arsız, çok daha pervasız, çok daha rezil biçimde.

Ona yalancı diyorlar. Sahtekar, hilekar, riyakar, düzenbaz, kumpasçı, üçkağıtçı diyorlar. Tiyatrocu diyorlar. Bir skandalın üstünün kapatabilmek için bütün faturayı getirip Şenol Güneş’in kucağına bırakmaya çalışıyorlar.

Üstelik ne için? Sahada yaşanan bir kepazeliğin üstünü kapatmak için. Dünyanın başka hiçbir ülkesinde cezasız kalmayacak bir fiili sessiz sedasız atlatabilmek için. Yaşanan rezillikleri halının altına süpürebilmek için. Futbol baronları ile siyaset esnafının el birliği ile aldığı skandal bir kararı meşrulaştırabilmek için. Elinde bir buket çiçekle hastaneye koşup “hocam geçmiş olsun” demesi icabedenler, koro halinde arsız arsız bağırıyorlar: Kumpas! Tiyatro! Kan nerede kan!

İngiltere’de bir büyük hoca, hayatı boyunca kıyasıya rekabet ettiği bir büyük hocayı hak ettiği saygıyı göstererek uğurluyordu yeşil sahalardan.

Aynı anda Türkiye’de bir büyük hoca linç ediliyordu hayasızca. Hakaretler havalarda uçuşuyordu. Bir kepazeliğin üstü örtülsün diye; yapanın yaptığı yanına kar kalsın diye; her tarafından lime lime dökülmekte olan çürümüş bir futbol düzeni “kaldığı yerden devam” etsin diye!

Yapmayın efendiler, ayıptır. Yarın tarih yüzünüze tükürür!