İmralı’da BDP heyeti ile PKK Lideri Abdullah Öcalan arasındaki görüşmenin “tutanaklar”ı, ya da “notlar”ı tartışılmaya devam ediyor.

Bu notların yapılan konuşmaların tamamını yansıtmadığı, yayınlayan gazetenin elindeki notların tamamını yayınlamak yerine bazı bölümleri ”seçerek” yayınlaması, konuşmaların bir MİT görevlisinin yanında yapılması yayınlanan bilgilere ihtiyatla yaklaşmayı gerektirse de BDP’lilerin de kendilerine verilen bilgilerle yayınlanan notların büyük oranda örtüştüğünü açıklamaları tartışmaların sürmesini sağlıyor.

Radikal yazarı Yetvart Danzikyan da “Bir resmi görüşümüz daha mı oluyor acaba?” başlıklı yazısında Öcalan’a ait olduğu iddia edilen bazı sözleri şöyle değerlendirdi:

"Süreç" zarar görmesin diye neredeyse çıtımızı çıkarmıyoruz. Ancak Öcalan'ın "Anadolu" çözümlemeleri, üzerinde durulmayı hak ediyor.

Abdullah Öcalan ile BDP Heyeti’nin geçtiğimiz hafta İmralı’da yaptığı görüşmenin –önemli bir bölümünün- basında yayınlanmasıyla önümüzdeki sis perdesi biraz daha aralandı. Kayıtlar son dönemde Öcalan’ın ne düşündüğünün bilinmesi açısından önemliydi. Kayıtların yayınlanmasını kimin istediğini öngörebilmek de –polisiye yöntemlere başvurmamak kaydıyla- önemliydi elbette. Zira kayıtlar aslına bakılırsa bir değil iki kesimi de –taktikten çok perspektif açısından- bir miktar zorda bırakan bir muhteva taşıyor. Bunu biraz sonra açmaya çalışacağım. Gelen tepkilerden AKP ya da devlet içindeki bir başka rakip kanadın böyle bir girişimden yana olmadığı anlaşılıyor. (Erdoğan’ın Milliyet gazetesine yönelik haber özgürlüğüne saldırı niteliği taşıyan sözlerinin medya üzerinde yeni bir baskı anlamına geldiğinin de altını çizelim bu arada) Özetle kayıtlar “sürecin” bir miktar daha şeffaflaşmasını ve Öcalan’ın kafasında neler olduğunu bir parça -ve kopuk kopuk- da olsa öğrenmemizi sağladı.

Ne öğrendik peki? “Çekilme şartları” gibi taktik meseleler hayli yazıldı çizildi, o bölüme girmeyeceğim. Yukarıda da bahsettiğim gibi “perspektif" açısından ilginç sözler var. Onlar üzerinde durmaya niyetliyim. Öncelikle: Öcalan’ın AKP/MİT-Gülen çekişmesinde açık biçimde AKP-MİT’in yanında yer aldığını ayan beyan gördük. Bu elbette ki gayet normal. Zira süreci başlatan AKP, yürüten de MİT’tir.. Geride bıraktığımız aylar boyunca sürece muhalefet eden de –bunu açıkça söylemeseler de- yapılan hamlelerden anladığımız kadarıyla iktidar blokunun diğer ortağı idi. Öcalan bu çekişmede kendine önemli bir rol biçmiş, hatta bir cemaat darbesini kendisinin önlediğini söyleyecek durumda. Bilemiyorum, bu bakış açısında belki de aylardır MİT görevlileri (muhtemelen başkanı) ile temasta bulunmasının rolü vardır. Bu normal dedik ama doğrusunu isterseniz bu konu üzerinde bu kadar fazla durması, yerini bu kadar kalın çizgilerle ve defalarca belli etmesi, ilginçti.

Keza Başkanlık konusunda da Erdoğan ve AKP ile benzer bir frekans içinde olduğu görülüyor. Öcalan’ın. Ancak öngördüğü ABD tipi bir başkanlık. Senato ve halklar meclisinden müteşekkil ikili bir yapı. AKP’nin ise böyle bir yapı öngörmediği açık. Onların kafasındaki bildiğiniz gibi “Türk tipi” bir başkanlık modeli.

Ve en önemlisi: iki halkı birarada tutacak “değer” meselesi. Burada da Öcalan’ın Erdoğan tarafından uzun süredir meydanlarda dile getirilen “hepimiz Müslümanız” formülüne ara ara göz kırptığını görebiliyoruz. “Kürtlerin yaşadığı gizli bir İslam var, geliştirin” gibi sözleri ve Altan Tan’ı neredeyse bu işle görevlendirmesi, önemli. Fakat burada da kalmıyor Öcalan. Selçuklu dönemindeki Türkmen isyanlarına kadar gidiyor ve bu Türkmen meselesinin de gözardı edilmemesini, buna da yoğunlaşılmasını istiyor. Bunun için görevlendirdiği isim de bir Adıyamanlı olan Sırrı Süreyya Önder.

Ve tabii bence en dikkate değer bölümler. Kürtlerin dindarlığı ve Ermeni, Rum, Yahudi lobileri ile ilgili sözleri yani. Şuraya kadarki her şeye “eh, olabilir” desek bile, burayı es geçmek artık mümkün değil. Kürtlerin yaşadığı gizli İslam’ın engellenmesi, Erdoğan'ın İslam'ı kullanan kapitalist tekelci işadamları tarafından idam fikrine yönlendirilmesi bölümünde “Hangi güçler?” sorusuna birdenbire “Ermeni lobisi etkili, 2015’te gündem olmak istiyorlar” diye verdiği cevap mesela. “Anadolu İslamlaştıktan sonra bin yıllık bir Hıristiyanlık öfkesi var. Rum, Ermeni, Yahudi, Anadolu’da hak iddia eder. Laiklik, milliyetçilik kisvesinde elde ettiklerini kaybetmek istemiyorlar” sözü var, keza. Bunun devamında Kürtlerin devletten dışlanmaları konu başlığında “Mustafa Kemal de başta yer veriyor. Devreye giren İsrail lobisi, Ermeni ve Rumlar ‘Kürtler ne kadar dışlanırsa o kadar başarılı oluruz’ diyorlar. Bu paralel bir devlettir. Bin yıllık gelenektir” sözü var, mesela.. Başka bir yerde ama aslında bu bölümün devamı olabilecek sözler de var: “Türkiye’de 3 koldan paralel devlet çalışması var. Sıradan lobiler değil. ABD’de Yahudi, Ermeni ve Rum lobileri stratejik ve taktik müdahale ediyorlar. Her 3’ü de Anadolu çıkışlıdır” sözleri var. Son olarak Gülen cemaatinin dayandığı isim olan Said-i Nursi’nin doğduğu köyün bir Ermeni köyü olduğunun altını çizmeye gerek duyması var, ki bu AKP/MİT-Gülen cemaati çekişmesinde hayli ilginç bir yere oturuyor.

Bütün bu sözlerde iki rahatsız edici yan var. İlki, başta dediğim gibi AKP’nin “İslam temelli birliktelik” bahsine zaman zaman göz kırpması. Bunda rahatsız edici yan nedir ki, denirse, çok basitçe şunu söylemek mümkün: toplumda yeni bir hiyerarşinin kurulmasını meşrulaştıran sözler bunlar. Tamam, bunların taktik icabı edilmiş sözler olma ihtimali de var. Ancak Öcalan’ın eskiden beri bu tip konulara da yoğunlaşmış biri olduğunu biliyoruz. Yani öyleyse bile bunun bir evveliyatı var. Ama hayli geliştirmiş. Bununla bağlantılı olarak ikincisi de taktik icabı değil, gerçekten böyle düşünüyor olabileceği. Bu daha problemlidir zira -bilmem açıklamama gerek var mı?- bunlar zaten kurucu otoritenin ve onun sağ versiyonunun yıllardır söyleyip durduğu, sol çevrelerde de -başka bir yönüyle- yankı bulmuş düşüncelerdir ve resmi görüşün önemli bir ayağını oluşturur. Kendine "yabancı" gelen her şeye şüpheyle bakan, topraklarına göz koyduklarını düşünen zihniyetle ilgilidir.

Kurucu otorite bunu öyle sağlam temellerle atmıştır ki bu ülkeye, bu “korku” neredeyse her siyasal akımda kendini belli eder. AKP’de temsil bulan sağ kanat, MHP’de temsil bulan milliyetçi kanat ve CHP’de temsil bulan kurucu otoritenin sosyal demokrat sos dökülmüş hali olan kanadı geçtim, kimi sosyalist akımlarda bile (Yalçın Küçük’ün bu Sabetay işlerine bulaşmadan önce –sosyalist- olarak gördüğü ilgiyi hatırlayın) bu düşüncenin izleri vardır.

Burada duralım ve gelelim en kritik meseleye. Şu var: Beri yandan da bilhassa son beş-altı yıldır bölgedeki siyasal Kürt hareketinin hiç de bu yukarıda saydığım argümanlarla konuşmadığını, tam tersine –bilhassa bölge bahsinde- Ermeniliği, Süryaniliği de içine alan daha geniş, daha kapsamlı bir politika dili geliştirdiğini hatta bunu uygulamaya geçirdiğini de biliyoruz. Zaten siyasal Kürt hareketinden beklenen de buydu, budur. Ve bu performanslarıyla bu topraklarda başka bir iklimin de geçerli olabileceğinin ipuçlarını verdiler..(Her ne kadar Sırrı Sakık’ın bu iklime ters bazı açıklamaları olup, sonradan özür dilediyse de) Yine Ahmet Türk’ün 1915’te olup bitenlerde Kürtlerin oynadığı rolle ilgili biraz da “resmi” bir hüviyet taşıyan özrü de dikkat çekiciydi (Her ne kadar bu özrü birdenbire masaya bir tabak koyup, almazsak ayıp olacakmış havasında öne sürdüyse de..)

Özetle siyasal Kürt hareketinin girdiği dinamik, bilhassa son birkaç yıldır, bambaşka bir havadaydı.(Bu arada “özür” konusunda şu makaleye de bakmanızı öneririm: “Özür dilemek, ‘bildiğiniz gibi değil’-Ayda Erbal http://azadalik.wordpress.com/2013/02/01/ozur-dilemek-bildiginiz-gibi-degil/   )

Dolayısıyla önümüzdeki mesele şudur. Öcalan bu sözleri her ne sebeple söylemiş olursa olsun. Öncelikle: siyasal Kürt hareketinin bu sözlerde bir problem olduğunu kabul etmesini beklerim. (Bekleriz diyecektim ama nihayetinde kimse adına konuşmuyorum) Evet biliyorum Öcalan’ın bu hareketteki rolü düşünüldüğünde hareketin üyelerinin bu sözlere karşı çıkmasını beklemek, nasıl diyeyim, belki de çok gerçekçi olmaz. O vakit daha kritik olan bir başka soruya geçiyorum. Eğer öyleyse bu sözler (ve diğer görüşler) siyasal Kürt hareketinde de –aynı AKP gibi, her eğilimi barındıran, yutan- bir “resmi görüş”ün yavaş yavaş oluştuğu anlamına mı gelecektir?

Biliyorum, reel politik alanda “çok büyük” işler dönerken bu sorularla çok az insan ilgilenecektir. Evet müzakere sürecinin başarıya ulaşmasını hepimiz istiyoruz. Sürecin öneminin elbette ki farkındayız. Zaten süreç zarar görmesin diye neredeyse çıtımızı çıkarmıyoruz. Kaldı ki, “Bakmayın olup bitenlere, süreç yürüyor” analizleri yazmayı ben de çok isterim. Bir yönüyle de durum böyle zaten. Fakat bu tür meselelere zamanında reaksiyon vermezsek, sözümüzü yutarsak, gidilen yer, “herkesin” yeri olmaz. Madem Öcalan “azınlıklar”dan da destek istemiş, bu sözlere kulak vermesinde fayda var.

Sevag tel örgülerden hala bize bakıyor..

Bir 24 Nisan günüydü. Batman Kozluk’ta askerlik yapan Sevag Balıkçı, birliğindeki –ülkücü görüşleriyle bilinen- bir arkadaşının silahından çıkan kurşunla can verdi. Olayın hemen ardından “kaza değildi” yönünde ifade veren bazı tanıklara rağmen sanıklar ve diğer tanıklar bunun bir kaza olduğunu söylediler. Mahkeme de davanın başından beri bu senaryoya daha fazla ağırlık verdi. Geçtiğimiz hafta Balıkçı cinayetinin duruşması vardı. Müdahil avukatlar dosyanın genişletilmesini istediler. Ancak bu talep kabul görmedi. Mahkeme heyeti, müdahil avukatların taleplerini "davayı uzatmak amacıyla yapıldığı" gerekçesiyle reddetti. Avukatlar esasa ve savcının mütalaasına ilişkin savunma yapmak için zaman istedi. Bunun üzerine mahkeme heyeti duruşmayı 26 Mart'a erteledi. Dolayısıyla dosya olayın bir “kaza” olduğunun hükme bağlanması yönünde hızla ilerliyor. Yani, bir dosya daha yavaş yavaş usulünce kapatılıyor. Ve Sevag hala o tel örgülerin ardından bize bakıyor.