Ümit Kıvanç/ Radikal

Yine geldik yazılan çizilenin, söylenenin manasız, yetersiz kaldığı uğraklardan birine. Söylenen baştan yenik, çünkü görünen -ama bu defa özellikle: duyulan!- başka her şeyi boğuyor.

Bu durakta nelerle mi karşılaşıyoruz? Kafasına silah dayanan, “Çekme dedim mi çekmeyeceksin!” diye itilip kakılan, gözaltına alınan, “bir daha alınırsanız durum farklı olur” diye tehdit edilen, üstüne, sokağa çıkma yasağı çiğnemekten para cezasına çarptırılan Kürt gazeteciler. Devletin, hukukla zerrece ilişkisinin bulunmayışına saat başı kanıt sunduğu yerlerde şu sırada sadece onlar var. Genç, güvencesiz, korumasız Kürt gazeteciler. “Medya” yok. DİHA muhabiri Serhat Yüce, başına silah dayayan polis için “sıkacak sandım” diyor.

“Sıkacak sandım”! Çünkü sıkabilirdi. Sıksaydı ne olurdu? Serhat ölürdü.
Başımızı biraz çevirince, polis aracının yanından yürüyen yaşlı bir adam gözümüze ilişiyor. Birden, aracın içindekinin aklına esivermiş bir muziplik âdetâ, adama gaz sıkılıveriyor. Adam şöyle bir yalpalayıp devam ediyor yürüyüşüne. Dönüp bakmıyor. Polis aracına yamaçtaki kaya, sıkılan gaza esivermiş yel muamelesi yapıyor. Doğa böyle orada.

Ölmüş çocuklarına sarılıp yatan kadınlar diyarından bir fotoğraf çıkıyor karşımıza. Bir gencin cesedi, eli kolu sağlamca bağlanıp “işleme hazır” hale getirilmiş, Özel Harekât aracının arkasına bağlanmış, yerlerde sürüklenecek. Rezaletlerden rezalet beğenip yaşamaya koyuluyoruz.
Anlaşılıyor ki, devletin sahnedeki kısmı, en azından görünüşte, manzaradan pek memnun değil. Yapılandan mı memnun değil, bunun hepimizce görülmesinden mi, nasıl bilelim? Yine de fotoğrafın mesajında bir bulanıklık meydana geliyor.

Birileri de, belli ki insanlık dönemlerinden kalma alışkanlıkla, yapılanı savunulamaz bulmuşlar, iktidara puan kaybettireceğini düşünmüşler, fotoğrafın sahteliğinden dem vuruyorlar. Bazı aklıevveller, amatörce rötuş (Photoshop) oyunlarıyla yerdeki cenazeyi fotoğraftan yok etmeye çalışıyorlar, fakat iktidardaki Türk İslâmcılığının her alan ve düzeydeki kalitesizliği, seviyesizliği elvermiyor; beceremiyorlar.

Tam o esnada!.. başka birileri, başbakanın mecburen verdiği “kabul edilemez” demecine, fotoğrafın sahteliği iddiasıyla marifetlerinin tartışma konusu edilmesine öfkeleniyor ve hunharlığın videosunu koyuveriyor internete.
Rezaletten daha ağır kelime nedir, bir türlü bulamıyorum, ne desem bilemiyorum. Bahsettiğimiz, devletin eylemidir. Bir ölüyü aracın arkasına bağlayıp yerlerde sürüklemek, Türkiye'de hiçbir şey ifade etmese de şu kavramı kullanayım haydi, insanlık suçu. Peki bunu müthiş bir soğukkanlılıkla videoya çekmek, yayınlamak? Kopan infiale karşı “nah!” yapmak mı?

Beteri de var. Görüntüden çok sesler mahvetti hepimizi. O küfürlerin nasıl bir soğukkanlılıkla, nasıl bir canilikle edildiği. Bunu dinleteceğiniz herhangi bir psikiyatrist, bu canilerin, değil eli silahlı ifa edilen bir kamu görevinde sorumlu-yetkili kılınmak, insan içine çıkarılmaması gerektiğini derhal söyleyecektir. Vicdanın zerresine, ölüye saygı gibi evrensel bir insanlık değerinin gramına sahip olmadıkları, Allah korkusu taşımadıkları, savaşçıların, askerlerin hep çok övündükleri o mertlik denen şeyden habersiz bulundukları belli o küfürbaz caniler üzerine ne söylesek boş. Bunlarla iş gören devlet nasıl bir devlettir? (Elemanlarının cibiliyeti ile devletin kendini hiçbir zaman herhangi bir hukukla bağlamamış oluşu arasında doğrudan ilişki var; keşke bunun üzerinde durabilsek.) Başbakanın “soruşturma açılacak”ının manasını hepimiz biliriz: “Olmasaydı iyiydi”den öteye geçmez.

Bu korkunç hadisenin cereyan edebilmesi kadar, buna sahip çıkılma ve savunulma tarzı da, yaygın ahlâksızlığı ortaya dökmesinin yanısıra, Türkiye'de aslında bir devlet ve bir toplumun bulunup bulunmadığına dair derin şüpheler yaratıyor.

Son korkunç olayda kalp sızısı ile baş ağrısına bir de yüksek dozda mide bulantısı katan ayrıntı, İslâmcı cenahın gaddarlığa sahip çıkarkenki hali.
Önce: Fotoğraf sahte! Selahattin Demirtaş'ın sahte fotoğrafı ortaya sürüp bundan, artık ne maksatla ise, medet umacağını varsayıyorlar. Çünkü kendileri böyle şeyleri mütemadiyen yapıyorlar. Fotoğrafın doğruluğundan şüphelenseler dahi, amaç gelen salvoyu savuşturmak. Hakikat, doğruluk, şu bu, hiç önemli değil.

Ardından, oturup -üstelik beceremeden- fotoğrafı rötuşluyor, cenazeyi silmeye kalkıyorlar. Silemiyorlar. Kopyalayıp çoğalttıkları zemin parçaları belli oluyor. Acemi veya beceriksizler, orası tamam. Fakat oturup hile yapıyorlar. Hile meşru. İnançlarıyla çelişmiyor. Alıştılar. Yadırgamıyorlar, rahatsızlık duymuyorlar. “Âlimleri” iktidar uğruna her türlü ahlâksızlığa yol verdi, veriyor.

Rötuş da sökmüyor. Üstelik bunlar daha fazla günah peşinde çırpınırken caniler, olay sırasındaki hallerinden anladığımız kadarıyla “alın a.. koduklarım!” diyerek videoyu dünyaya sunuyor. İslâmcı hilebazlarımız hepimizle birlikte videoyu izliyor: Devlet görevlileri resmî aracın arkasına cenaze bağlamış, yerlerde sürüklüyor, bir yandan da galiz küfürler ediyor.

Bari artık kabul etsinler değil mi, ortada insanın insanlığını iptal etmeden savunamayacağı bir şey olduğunu? Etmiyorlar. Çünkü alıştılar. Çünkü vidaları follaş oldu, yayları çıktı, zemberekleri dağıldı. (Başka bir tabir var ama burada söyleyemem.)
Ne yapacaklar? Acilen bir şey lazım. Hah! Yasin Börü! Hunharca katledilen zavallı gencin ruhuna bir defa daha azap çektirmeye girişiyorlar. Onu yalan dolana, ahlâksızlığa yine alet ediyorlar. “Ama Yasin Börü!” Evet, feci bir olaydı; ne olmuş? Yasin öyle öldürüldüğü için şimdi sizin işlediğiniz suçlar kafadan meşruiyet mi kazandı? Ne alâkası var?

Olmuyor haliyle. “Ama PKK...” teraneleri de işe yaramayacak, belli. O halde gelsin “oh oldu!” lar, “işte böyle gebertiriz”ler, “polis köpek de mi gezdirmesin”ler...
Ortalama Müslüman'ı gözü dönmüş faşist militana benzetmeyi beceren AKP, sadece iktidar olarak değil, siyasî hareket olarak da bitiyor. Fakat Müslümanlar arasında yarattığı ahlâkî tahribat kolay giderilecek türden değil.