Beşinci kattaki evimizin penceresinden aşağıya baktığımda, neden bilmem göğsüm kabardı önce; gözlerim doldu, çenem titredi. Dayanamadım. Ovadiye Han’ın merdivenlerini ikişer ikişer atlayarak, hızla indim. Sırasıraciddiciddi insanlar; Şişhane’denTarlabaşı’nadoğruakarlar. Ağabeyler, ablalar; gülümsediğimde ciddiyetten sıyrılıp gözleriyle seviyorlar beni. Yine şişti göğsüm.

 

Zik zaklar çizerek koşturuyorum, el ele tutuşmuş barikatların altından geçiyorum. Hayatı sevdikleri gibi dokunuyorlar bana. Anlıyorum, yaşamak şakaya gelmez.

 

Refik Saydam İlkokulu’nu geçiyorum, ilkokulumu; aşağısı Tayyip Erdoğan’ın da yaşadığı mahalle. Halûk da orada, arkadaşım; Ali Murat da. Kazablanka, Pera Palas, İngiliz Konsolosluğu... Taksim’e yaklaştıkça sesler daha da artıyor.

 

Artık arkama bakmaktan vazgeçiyorum. Dayağı akşam yiyeceğim. Annem evden kaçtığımı anlamış olsa bile artık beni bulmasına imkân yok; babam anneme uyup azıcık telaşlanacaktır ama “O firavuna bir şey olmaz,” deyip için için gülmüştür. Biliyorum onun aşağıdan geçenlere sempatisi büyük; komünist damarı kabarmıştır şimdi, ne de olsa o komünizmi yaşamış yan yana yürüdüklerimden farklı olarak. Annemi de yatıştırır, belki dayak bile yemem. Ama annem yine de ağabeyimi göndermiştir bana bakması için. O da bir iki bakınır ama sonra İETT şoförlerinin takıldığı kahvehaneye yollanır. Proletaryanın arasında güvendeyim.

 

Kalabalık sıklaştı, uzun sayılırım ama bir çocuk ne kadar uzun olabilirse, hiçbir şey göremiyorum. Sağ ayağıma yaslanıp yana yatıyorum, sol ayağıma dayanıp diğer yana eğiliyorum: Görüntü yok. Tabana kuvvet, koş bakalım. Gezi Parkı’nın etrafını dolanıyorum, köşesinde Ayazpaşa (Beyaz) Rus Lokantası’nın olduğu sokaktan Gümüşsuyu’na çıkıyorum. Yine kalabalık, yine izdiham.

 

Efendilikle olmayacak, yarma harekatına girişiyorum. Birden “Ağabey” diye bağırıp bir sıra öne çıkıyorum; önden biri bakacak olsa elimi sallıyor, gülümsüyor ve hemen ona doğru ilerleyip bir sıra daha öne geçiyorum ve bir kez daha “Ağabey!” Artık önde ne varsa? Zaten merak ettiğim de o.

 

Bir süre sonra artık ilerlemenin imkânı yok gibi. Yine bir fırsat kolluyorum öne çıkmak için, yan çiziyorum ama nafile. Önümdeki ağabey elini kıçına doğru uzatıyor, ben utanıyorum sonra pantolonunu belinden çekiştiriyor, ceketini üzerinden, yukarı doğru. O an belindeki kabarıklığı fark ediyorum. Yoksa sivil polis mi?

 

O da benim gibi yan çiziyor. Caddenin iyice kenarından ufak ufak ilerliyoruz meydana doğru. O önde ben arkasında. Uzun süre, dur kalk yapıyoruz ve sık sık da itiş kakış; sonra meydandayız. Ara sıra durup etrafına bakınıyor, bense ona bakıyorum sonra aniden onun baktığı tarafa çeviriyorum gözlerimi neyi gördüğünü anlamak için ama hızla bakışlarımı onun üzerine geri getiriyorum. Kaybetmek, gözden kaybetmek istemiyorum onu. Silahı var ve merak içindeyim. Elbet bir ara sokağa girecek ve diğer polislerle buluşacak, ben de yanlarından geçip gideceğim ama yüzüne dik dik bakarak ve yüzünü iyice hafızama kaydederek. Bir sivilin, polis olduğuna hayatımda kaç kez tanık olabilirdim ki (meğer tahayyül edemeyeceğim kadar çok olabilirmiş). Heyecanlı bir polisiye filmin içinde gibiyim.

 

ETAP otelinin önünden anıtın oraya, sonra Tarlabaşı Caddesi’nin ağzına doğru itişiyoruz. Polislerle buluşmak için Kazancı Yokuşu ya da Sıraselviler Caddesi’ne doğru seğirtmediği için hayal kırıklığına uğramıştım. Yine arkasındayım, terledim ama o benden çok. Sık sık terini silip pantolonunda elini kuruluyor ve her defasında hafifçe belindeki kabarıklığı yokluyor ceketinin üzerinden. Sloganlar ve uğultu artık bana evin kapalı penceresinden sızan sesler gibi geliyor. Oysa sloganlar henüz etkisini yitirmemişti.

 

Ben tedirginsem önümdeki adam heyecandan ölecek gibi iyice tek düze hareketler yapıyor. Artık elini belinden ayırmıyor neredeyse. Bir an –öyle hızlı bir geçen bir andı ki– elini ceketinin altından beline soktu ve geri çekti. Kabarıklık gitmişti. Tabanca elinde olmalıydı ama elini göremiyordum, hafifçe yana doğru geçtim, yine göremedim. Meraktan ölecektim.

 

Bam.

 

Ölmedim, sadece ödüm koptu o an. Ateş etmişti ve ateş etmeye devam ediyordu: Bam, bam, bam...

 

Teksas gibi, Tommiks gibi ateşi ediyordu seri bir şekilde ateş ediyordu. Neredeyse onunla ben kalmıştık ayakta duran, insanlar kaçışmaya başlamıştı, herkes eğiliyor ve koşuyordu, koşamayanlar dizlerinin üzerinde emekliyor, sürünüyor, yuvarlanıyordu. Çığlıklar, bağrışmalar mı kırıyordu camları seken kurşunlar mı? ETAP otelinin camları kırılıp dökülüyordu aşağıya. Ara Güler bir yabancı meslektaşını Kazancı Yokuşu’nun başında bırakmıştı. O mu çekiyordu fotoğrafları yoksa diğeri mi? Camlar kimin üzerine düştü?

 

Tabancalı adam ateş etmeye devam ediyordu. Mister No bile böyle seri ateş edemezdi, sanki yedi kolluydu, yoksa dokuz mu? Kol ne kadar da önemliydi insanın evriminde (yoksa el miydi), kahramanların tarihinde daha da önemli (el kesin el), galiba bir de şamdanların (kol vallahi). Çok kollular hep kötü adamlar galiba? Hepsinin bir anlamı varmış sonradan öğrendiğimde. Ama anlamsızdı önümdeki adamın bir süper kahraman gibi seri ateş ediyor oluşu? Makineli tüfek bile ağır çekimdeymişçesine yavaş kalırdı çok kollunun yanında. Saçma biliyorum ama acaba nasıl konuşuyordur diye düşündüm: Hızlı mı, aceleci mi? Hızlı konuşursa kalın seslidir, aceleciyse tiz sesli. Ama o neredeyse benim bunları düşünmemden de hızlı ateş ediyordu.

 

Birden yok oldu. Tabanca sesleri uzaklaşmıştı. Ayaktaydım, tek başımaydım. İşte o an korktum ama hemen toparladım ve onun uçmayıp eğildiğine kanaat getirdim. Hızla emekliyordu Gezi Parkı’na doğru. Eğildim ben de, eğilmek fail olmaktan mağdur olmaya geçmeye yetmişti. Benim gibi masum için haydi haydi yeterdi. Emeklemesi diğer emekleyenlerin yığıldığı merdivenlere geldiğinde durdu ve o an sol kalçası üzerine uzanarak geri dönüp baktı. Göz göze gelmiştik ama o benden hiç kuşkulanmadı; emeklemeyi bırakıp yüzükoyun uzanıverdim, gözüm gözünden ayrıldı. B i r k a ç a n sonra kafamı kaldırdım, göz göze gelmedik. Başka yerlere baktığı süre içinde yüzünü iyice belledim ve hiç unutmadım.

 

Halil Berktay’dı önümde duran ağabey, adam, sivil...

 

**

 

Yıllar sonra Saçak dergisinde yazıyordu Halil Berktay. O zamanlar komünistlerin birliği konuşulurdu bugünün aksine. Tek yayınlanan olmasa da en çok okunan dergiydi. Güzel isimdi ve yağmur çoktu; ıslanmıştık hepimiz. Halil Berktay da yazardı ama çok yazardı. Marksizmi bir iktisat kuramına indirgemek için çok yazıyordu; Turgut Özal’ın ekonomi politikalarını anlayabilmek için Marksizmi kırpıp liberalizme yamamaya çalışıyordu. Ulusal ekonominin faziletlerini işçi sınıfı çıkarları için güya yüceltiyordu: İç piyasa için üretim yapan kapitalist ittifak yapılacak, dış piyasa için üretim yapan emperyalizmin uşağı kapitalist mücadele edilecek olandı. Ulusal ekonomi varsa, iktisat politikaları bu ekonomi için imar edilirse bundan işçiler de kazançlı çıkardı. Elbette böylesi şeyler savunulabilir ama Marksizm adına değil.

 

Daha da yıllar sonra benzer bir sergisini Taraf gazetesindeki köşe yazılarında açtı Halil Berktay. Burada bıkıp usanmadan ve onu en çok güdüleyenin hınç olduğunu aşikâr edecek umarsızlıkla sosyalistlere, sosyalizme ve Marksizme saldırıp durdu. O kadar bilgiçti ki Çelik Bilgin bile onun yanında mütevazı kalırdı. Sık sık “teori” üretir ve “teorik” eksiklikler tespit edip “buraların çalışılması gerektiğini” bildirir; çayı koymaz, sofrayı toplamaz. Bunlar parya işleridir, onun gibi yüceler yücesi bu sıradanlıklarla uğraşamaz. Sayesinde “kibir”in adı değişmiştir.

 

En sonunda, bu yıl, 1 Mayıs’ta televizyonda, 2 Mayıs’ta da Taraf gazetesindeki röportajında (köşelere sığamıyor), 1977 1 Mayıs’ındaki katliamdan solcuların, sosyalistlerin sorumlu olduğunu devletin parmağı olmadığını çıkarıverdi! Şimdiye kadar neden bu gerçeği bizden, sevgili devletinden, dinleyenlerinden, izleyenlerinden, fanlarından esirgedi; bilinmez. Bunun ne biz farkındaydık ne de polis farkındaydı. Böyle bir olasılığı kimse dillendirmemişti, 12 Eylül darbecileri bile akıl edememişti bu cinlere mahsus fikri. İşte şimdi bir darbe de Halil Berktay’dan. Darbeciden de beteri varmış meğer. Peki, neden şimdi?

 

Ajda Pekkan gergin hatlarını öne çıkararak gündemde kalmakla yetinmeyip gündem dahi oluşturabiliyor. Çok şükür, Halil Berktay, böyle bir şey yapmaya kalkışmıyor –her şeye rağmen bize bir parça acıyor olsa gerek. Ancak seviniyor dünyanın kendi etrafında dönmesinden ve malum, aklı gererseniz düz mantık kurarsınız. O da böyle yapıyor (Nazlı Ilıcak her ikisinin becerisini yek vücutta gerçekleştiriyor). Geriyor da geriyor: Anlatılan masal oluyor. O artık masal anlatıyor.

 

Ben de kendisine öykündüm ve yukarıdaki masalı yazdım. Onunki ne kadar gerçekse benimki de o kadar gerçektir, ne kadar masalsa benim ki de o kadar masaldır.

 

Ancak ben yukarıdaki masala masal demezsem Halil Berktay gibi yazmış, konuşmuş, anlatmış olurum.

 

**

 

(...)

 

“Masal burada bitti,” dedi.

 

Çok şükür, dedim içimden; bir an, bu saçmalık, hiç bitmeyecekmiş gibi gelmişti.

 

Özcan Özen / Demokrat Haber