Dünyadaki başkanlık sistemlerini takip eden ve şu an ABD’de Le Moyne Üniversitesinde Siyaset Bilimi Bölümünde görev yapan Yardımcı Doçent Yunus Sözen, Türkiye’deki Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ni değerlendirdi.

Sözen, Türkiye’deki durumun yetkileri bakımından başkanlık sistemleri arasında en uç örneklerden biri olduğunu söyledi.

ABD’de Le Moyne Üniversitesinde Siyaset Bilimi Bölümünde görev yapan Yardımcı Doçent Yunus Sözen, Evrensel’den Şerif Karataş’ın sorularını yanıtladı.

Türkiye’de “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” adı verilen başkanlık sistemi ile örneğin ABD ve Güney Amerika ülkelerinde uygulanan başkanlık sistemleri arasındaki temel farklar nedir?

ABD’deki ve çoğunluğu halen demokratik olan Güney Amerika ülkelerindeki başkanlık sistemleriyle, Türkiye’deki başkanlık sistemi büyük farklar gösteriyor. Başkanlık ve parlamenter sistemler, hükümet şekilleri ve esasen yasama ve yürütme arasındaki ilişkileri düzenliyorlar. Ancak Türkiye’deki başkanlık sistemini demokratik ülkelerdeki başkanlık sistemlerinden ayıran en önemli özellik, içinde bulunduğu rejimin bağlamı, yani Türkiye’nin demokratik olmaması.

Türkiye’nin seçimli veya rekabetçi otoriter rejimi, hangi sistem olursa olsun, yürütmenin başını aşırı güçlü hale getiriyor. 2014’e kadar bu başbakandı. Daha sonra da önce fiili olarak, başkanlık sistemine geçince de anayasal olarak cumhurbaşkanı aşırı güçlü konuma geldi. Örneğin, ABD’deki ve Güney Amerika’daki başkanların basın-yayın organları veya mahkemeler üzerinde Türkiye’de olduğu gibi bir kontrolü yok.

Başkanın Türkiye’nin demokratik olmamasından gelen güçlerini bir tarafa bıraksak bile, Türkiye’de cumhurbaşkanı, Güney Amerika’daki ve ABD’deki başkandan yine de daha güçlü. Güney Amerika başkanlık sisteminde başkanın güçleri, literatüründe anayasal ve parti politikası üzerindeki güçleri olarak ikiye ayrılır. Bu ikisi arasında da genelde ters bir orantı vardır. Yani başkanın anayasal yetkilerinin fazla olduğu başkanlık sistemleri genelde başkanın meclis çoğunluğunu pek kontrol edemediği ülkelerdir. Brezilya gibi... Ancak Türkiye’de başkan hem anayasal yetkileri bakımından çok donanımlı hem de halihazırda var olan hakim parti sisteminde başkanlık sistemine geçiş yaptığımız için, başkan meclis çoğunluğunu da rahatça kontrol edebiliyor.

Bunun üstüne Türkiye’deki parti yapılarının otoriterliği de ekleniyor ve Türkiye örneğinin başkanlık sistemleri arasında en uç örneklerden biri olmasını sağlıyor.

Sözünü ettiğiniz örneklerde Meclisin rolü nedir, gücü nasıldır?

Güney Amerika’nın demokratik ülkelerdeki başkanlık sistemlerinde de ABD’deki başkanlık sistemlerinde de meclis çok önemli bir güçtür. John Carey, Güney Amerika’da başkanlar ve meclis arasındaki çatışmaları inceleyen bir makalesinde, bu ülkelerdeki meclislerin özellikle anayasal kriz dönemlerinde çok güçlü bir muarız olabildiğini gösterir. Ama Türkiye’de başkanın hem anayasal olarak hem de siyaseten çok güçlü olması nedeniyle, bu böyle değil. Eğer Türkiye’de muhalefetin, bütün çeşitliliği içinde mecliste bir çoğunluğu olsaydı, bu durum meclisi biraz olsun güçlendirebilirdi. Başkanlık sisteminin yasal çerçevesi oluşma sürecinde olduğu için hissedilebilecek demokratik etkileri de olurdu bunun. Ancak şu andaki durumda cumhurbaşkanının rejimden gelen, anayasal ve parti güçlerini hep beraber düşünmek durumundayız. Bu da Türkiye’deki sistemin işleyişini, demokratik başkanlık sistemlerinden tamamen farklılaştırıyor.

Hatta şunu da ekleyebilirim. 2017’de başkanlık sistemine geçerken Türkiye’de demokratik bir rejim olsaydı bile, cumhurbaşkanlığının güçleri bu rejimi otoriterleştirebilecek kadar genişti. Halihazırdaki rejime etkisi de otoriterliği derinleştirmesi, bürokratik özerkliği iyice zayıflatması ve kurumsal yapıyı iyice yıpratarak sistemi kişiselleştirmesi oldu.

Peki, bu ülkelerde de örneğin dış politikanın iç siyasete yönelik kullanılmasının, hatta seçim hesaplarının bir aracı olmasının önü Türkiye’deki kadar açık mı?

Bu soruya biraz daha iyi bildiğim ABD dış politika yapım süreçleri üzerinden yanıt vereyim. ABD’nin hakim uluslararası güç olmasının getirdiği farklar var. Ama sorunuz siyasal kurumsal yapıyla ilişkili olduğu için ona yoğunlaşarak yanıt vermeye çalışayım.

Öncelikle, ABD’de de iç ve dış siyaset arasında yakın ilişki var ve iç siyaset kaygıları da dış politikada siyasal denklemin her zaman bir parçası. Ayrıca tabii ki orada da dış politika konusunda herkesçe kabul gören bir ‘ulusal çıkar’ diye bir şey yok.

Aslında Trump yönetimi iç siyasetin dış politika yöneliminde önemli olacağını vurgulamıştı zaten. Sonuçta kendi ideolojik ve siyasal öncelikleri dolayısıyla, sağ ve doğuştancı (nativist) bir şekilde tanımladığı Amerikan toplumunun ihtiyaçlarına göre dış politikasını şekillendirmeye çalışıyor.

Ama Türkiye ile ABD başkanlık sistemleri arasında bu konuda da önemli farklar var. Öncelikle ABD’de başkanların dış politika süreçlerinde merkezi bir yeri var, ancak çoğu durumda tek karar verici değiller.

Kongrenin iki kanadının, yani temsilciler meclisinin ve senatonun dış politika süreçlerine etki edebilen önemli müdahale araçları var. Yürütme organı da, her ne kadar başkanın kontrolünde ve tek vücut gibi görünse de, kendi içinde parçalı bir yapısı var. Yani yürütmenin içindeki birimler arasında çekişmeler, farklı bürokratik merkezler arasında çatışmacı karar verme süreçleri yaşanabiliyor.

Bundan dolayı, başkanın konumunun önemine rağmen, demokratik rejimin ve Amerikan başkanlık sisteminin özellikleri, bir taraftan Türkiye’dekinden daha çoklu bir yapıyı ortaya çıkartıyor, öbür taraftan Türkiye’ye göre nispeten daha açık siyaset yapım süreçlerini. Trump yönetimi farklı bir anlayışıyla hareket etse de bu yapının tamamen çevresinden dolaşması zor.

‘SAĞ İKTİDARLAR EŞİTSİZLİĞİ DERİNLEŞTİRİYOR’

Başkanlık sisteminin olduğu Şili’de geçtiğimiz aylarda ciddi halk protestoları yaşandı. Şili’deki gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz?

Şili’deki süreci takip etmeye çalıştım ama sosyal hareketler konusu benim alanım değil. Ancak, Şili’de başkanlık sistemi olmasıyla bu protestoların arasında bir ilişki olmadığını söyleyebilirim. Siyaset bilimci Mert Arslanalp’ın Medyascope’ta belirttiği gibi, Pinochet diktatörlüğüyle başlayan ve dünyada neoliberalizmin en erken uygulamaya konulduğu ülkelerden biri Şili. Demokrasiye geçişten sonra da bu düzen korundu. Bu son protestolar da sadece şu anda iktidarda olan sağcı başkana karşı değil. Protestolar geniş bir siyasal ve anayasal sistem karşıtlığı halini almış durumda.

Belki Bolivya’daki sosyalist Morales iktidarına karşı sağ bir darbeyle sonuçlanan süreç başkanlık sistemiyle dolaylı da olsa ilişkilendirilebilir.

Morales’in kendi yaptığı referandum sonucunu bir şekilde tanımaması ve kendi anayasasını zorlaması onun otoriter tercihleriydi. Ama hem başkanlık sistemlerinde görülebilen kişiselleşme eğilimleri, hem de başkanlık sistemlerinde kaybedenin çok net bir şekilde kaybetmesi Bolivya’daki siyasal krizi derinleştirmiş ve trajedide etkili olmuş olabilir.

Dünyada sağ ve sol popülist yönetimler söz konusu ve bunlara ilişkin tartışmalar da sürmekte. Siz bu popülizm tartışmasını nasıl yorumlarsınız?

Öncelikle, zaten muğlak bir kavram olan popülizmi, bilimsel bir kavram olarak kullanmanın gittikçe zorlaştığını düşünüyorum. Üstelik bunu, neredeyse 15 yıldır, özellikle Arjantin ve Türkiye bağlamlarında yoğun bir şekilde popülizm olgusunu anlamaya çalışan biri olarak söylüyorum. Bir kere, özellikle Avrupa ve Kuzey Amerika’daki piyasacı veya sosyal liberal uzman çevrelerde popülizmin keyfi kullanımının çok arttığını düşünüyorum.

Türkiye’de ise bu kavram akademik çevrelerde ve kanaat dünyasında büyük ölçüde çok geç kalmış bir şekilde yaygınlaştı. Önce Avrupa’da ve Kuzey Amerika’da yaygınlaşması gerekti sanki, bu üzücü bir durum. Çünkü Türkiye’nin kuvvetli bir sağ popülist iktidarı zaten vardı. Son yıllarda da çok büyük bir hızla kullanımı yaygınlaştı ve bence bu sefer de kavramın izin verdiğinden çok daha yaygın olarak bir açıklama aracı olarak kullanılmaya başlandı.

Sorunuza dönecek olursam, sol veya sağ, iktidardaki popülizm, modern demokratik kurumlarla ilişkisi sorunlu bir ideoloji veya siyaset yapma biçimi. Yani popülist iktidarlar hem Avrupa’da hem de Kuzey ve Güney Amerika’da var olan demokrasileri aşındırıyorlar.

Hatta bazıları güçsüz bazı demokrasileri otoriterliğe de çevirebildiler. Ama iktidardaki sağ popülizmin, eşitsizlikleri yeniden üretme ve derinleştirme işlevinden dolayı otoriter etkilerinin siyasal rejimin ötesine geçtiğini düşünüyorum.

Sağ popülistler otoriter ilişkileri hayatın her alanına yayabiliyor. Toplumsal hiyerarşileri işyerinden eğitim sistemine, oradan cinsiyet ilişkilerine iyice derinleştirebiliyorlar. Ama belirtmek gerekir ki, bu iktidarların popülizminden çok sağcılıkları asıl önemli faktör.

Kaynak: Evrensel