Boğaziçi Üniversitesi İklim Değişikliği ve Politikaları Uygulama ve Araştırma Merkezi Yönetim Kurulu Üyesi Dr. Murat Türkeş, dünyada hızla yayılan koronavirüs (Covid-19) salgınına ilişkin değerlendirmelerde bulundu.-

İklim değişikliği ve küresel ısınma konusunda uzun yıllardır çalışan Boğaziçi Üniversitesi İklim Değişikliği ve Politikaları Uygulama ve Araştırma Merkezi Yönetim Kurulu Üyesi Prof. Dr. Murat Türkeş de de aynı düşünceyi paylaşıyor: “COVID-19 salgınının başlaması ve yayılmasında insanın doğaya müdahalesinin, sınırlarötesi hava kirliliği ve iklim değişikliğinin önemli ve inkar edilemez bir rolünün olduğunu düşünüyorum” dedi.

Prof. Dr. Türkeş, bilimsel araştırmalara dayanarak zoonotik hastalık adı verilen ve hayvanlardan insanlara geçen hastalıkların “hayvancılık ya da çiftlik hayvanlarını beslemeyi amaçlayan hayvansal yem üretimi için dönüştürülen ya da yok edilen yaban hayvanlarından kaynaklandığına” işaret ediyor.

Salgının yayılmasında iklim değişikliğinin etkisi için “Kuşkusuz önümüzdeki aylarda ve yıllarda, iklim değişikliği ile COVID-19 pandemiğinin alansal yayılış ve şiddeti arasındaki olası bağlantılar konusundaki çalışmalar çok hızlı bir biçimde artacak ve konu daha iyi anlaşılacaktır” ifadelerini kullanan Türkeş, iklim değişikliği ve küresel ısınma konusunda gerekli önlemlerin alınmadığı takdirde “geri dönülmez bir noktaya” bugün düşünülenden çok daha hızla ulaşılacağı uyarısında da bulunuyor.

Fiziki Coğrafya ve Jeoloji -Klimatoloji ve Meteoroloji - İklim Değişikliği, Kuraklık ve Çölleşme uzmanı Boğaziçi Üniversitesi İklim Değişikliği ve Politikaları Uygulama ve Araştırma Merkezi Yönetim Kurulu Üyesi Prof. Dr. Murat Türkeş,  Artı Gerçek’ten Rıfat Doğan’ın sorularını yanıtladı.

İşte Türkeş’in yanıtları:

‘BM ÖNGÖRÜLERİNE GÖRE SALGININ AZ GELİŞMİŞ ÜLKELERE YAYILMASI DURUMUNDA MİLYONLARCA İNSAN HAYATINI KAYBEDECEK’

-Neredeyse tüm dünya ve Türkiye koronavirüs denilen bir salgınla mücadele etmeye çalışıyor. Küresel ölçekte bir tehlikeyle karşı karşıyayız. Bu salgının başlaması ve yayılmasında insanın doğaya müdahalesi ne kadar etkili oldu?

Sorunuzu yanıtlamadan önce, pandemik koronavirüs (kısaca COVID-19) salgınının büyüklüğü konusunda bir şeyler söylemek isterim. Öncelikle virüsün özellikle yoksulluğun, yetersiz beslenme, temiz suya erişimin ve sosyal halk sağlığı düzeneklerinin çok zayıf olduğu, bu nedenle de virüsün ölümcül etkilerinden etkilenebilirliğin çok yüksek olduğu az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelere yayılması durumunda yüz binler hatta milyonlarca insanın yaşamını yitirebileceğine ilişkin Birleşmiş Milletler (BM) öngörüleri ve değerlendirmeleri olduğunu vurgulamak gerekiyor.

Bu bağlamda, BM Genel Sekreteri António Guterres son açıklamalarından birinde özetle şunları söyledi:

“Virüs salgını BM’nin 75 yıllık tarihindeki bugüne değin karşılaştığı en kötü küresel sağlık krizlerden biridir. Ağır ve acı verici küresel bir durgun ve gerileme önlenemez durumdadır ve küresel ölçekte milyonlarca aile geçim kaynaklarını kaybetme durumundadır. Bu kapsamda daha büyük ve daha örgütlü çok taraflı yanıt ve çabalara gereksinim vardır. Şu anda birlikte çalışması ve öncülük yapması gereken hükümetler, örneğin, ABD, Çin, Japonya, Avrupa ülkeleriyse, işbirliği yapmak yerine sınırları kapama konusuna daha fazla odaklanmaktadır.”

BM Genel Sekterinin ağzından çıkan bu cümleler, durumun ne kadar ciddi olduğunu çok açık bir biçimde göstermektedir.

‘SALGININ BAŞLAMASINDA VE YAYILMASINDA İNSANIN DOĞAYA MÜDAHALESİNİN İNKAR EDİLEMEZ BİR ROLÜ VAR’

COVID-19 salgınının başlaması ve yayılmasında, insanın doğaya müdahalesinin, örneğin, küresel, bölgesel ve ülkesel ölçeklerde hava, su ve toprağın kirlenmesi, ormanların ve diğer ekosistemlerin azalması ve yok edilmesi (potansiyel olarak negatif sonuçları olan arazi kullanımı değişiklikleri), yaşam ortamlarının (habitatlar) ve yaşam birliklerinin azalması ve yok edilmesi, biyo-çeşitliliğin azalması ve çok sayıda türün yok olması, sınırlarötesi hava kirliliği ve iklim değişikliğinin önemli ve inkar edilemez bir rolünün olduğunu düşünüyorum. Bu düşüncemin ya da öngörümün temelinde yeteri kadar bilimsel çalışma, kanıt ve gözlem bulunmaktadır.

SALGIN HASTALIKLARIN BÜYÜK BİR BÖLÜMÜ YOK EDİLEN YABAN HAYVANLARINDAN KAYNAKLI’

Hayvanlardan insanlara geçen (hayvanlar ve insanlar arasında yayılan) zoonotik hastalıklar, bilim insanlarının yarasalardan ya da genel olarak kemirgenlerden geçtiğine inandıkları COVID-19 gibi yeni ve yayılma eğilimi yüksek olan hastalıkların oransal olarak en büyük bölümünü oluşturmaktadır. Çeşitli bilimsel çalışma ve değerlendirme raporlarına dayanarak, söz konusu hastalıkların büyük bölümünün, çeşitli ekosistemlerde özellikle ormanlardaki habitatları bozulan, hatta bazı bölgelerde tarım, hayvancılık ya da çiftlik hayvanlarını beslemeyi amaçlayan hayvansal yem üretimi için dönüştürülen ya da yok edilen yaban hayvanlarından kaynaklandığını söyleyebiliriz.

‘BÜYÜYEN KÜRESEL GIDA GEREKSİNİMİ VİRÜS TAŞIYAN BAZI HAYVANLARIN BELİRLİ ALANLARDA TOPLANMASINA YOL AÇIYOR’

Daha da kötüsü, Dünya nüfusu ve onunla koşut olarak gıda istemi artmayı sürdükçe, özellikle gelişmekte olan ve az gelişmiş Dünya’daki (ör. Afrika, Hindistan, güneydoğu Asya, vb.) yaban hayvanlarının yaşam ortamları ve yaşam birliklerinin değişmesi ya da ortadan kalkması da sürecektir. Bilimsel çalışmalara göre, bu dönüşen ve bozulan arazilerde (ekosistemlerde, yaşam ortamlarında, vb.) yaşayan hayvan türleri, özellikle yarasa ve fareler ölümcül virüsleri taşıma konusunda eşsiz bir başarı göstermektedir. Başka sözlerle, büyüyen küresel gıda gereksinimi ve sektörü yeni ve ölümcül virüsleri bize taşıyacak şekilde evrimleşmiş olan bazı hayvan türlerinin popülasyonlarının belirli alanlarda toplanmasına da yol açabilmektedir.

‘İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ İLE PANDEMİNİN (SALGIN) YAYILMASI ARASINDA BİR BAĞLANTI VAR’

-Sizin ve bilim insanlarının yaptığı araştırmalara göre iklim değişikliğinin bu pandemik olayın alansal yayılış ve şiddeti arasında doğrudan bir bağlantı var mı?

Kısa yanıtım olasılıkla evet olacaktır. Kuşkusuz önümüzdeki aylarda ve yıllarda, iklim değişikliği ile COVID-19 pandemiğinin alansal yayılış ve şiddeti arasındaki olası bağlantılar konusundaki çalışmalar çok hızlı bir biçimde artacak ve konu daha iyi anlaşılacaktır.

İklimimi, insan kaynaklı fosil yakıtların yanmasından kaynaklanan sera gazlarının atmosferdeki birikimlerinin artması, ormansızlaşma, enerji, ulaştırma, konutlar ve sanayi süreçleri gibi çeşitli insan etkinlikleri yüzünden hızla değişiyor. Yerkürenin küresel ortalama yüzey sıcaklıkları önceki yüzyıllara oranla hızla artıyor. Son 5 yıl küresel olarak kaydedilen en sıcak yıllar oldu.

İklim değişikliği, örneğin artan ve şiddetlenen kuraklıklar, taşkın ve seller ve giderek daha değişken dolayısıyla öngörülmesi zorlaşan şiddetli hava ve iklim olayları ve afetleri yoluyla, küresel gıda üretimi ve gıda güvenliğine yönelik en büyük tehditlerden biridir. İklim değişikliği ayrıca var olan tarımsal sorunlara ek olarak tarımsal etkinlikleri, yani üretimi, bazıları tarım açısından çeşitli yönlerden marjinal olan yeni alanlara girmeye zorlayacaktır. Bu ise daha fazla doğal ekosistemin ve habitatın tarım alanına dönüşmesi anlamına gelecektir.

‘KÜRESEL NÜFUSUN 2100 YILINDA 11 MİLYARA ULAŞMASI BEKLENİYOR’

Küresel nüfusun 2100 yılında 11 milyara ulaşmasının beklendiği düşünüldüğünde, insan toplumları daha fazla gıdaya ve bu gıdayı üretebilmek amacıyla daha fazla araziye gereksinim duyacak ve çoğu potansiyel olarak negatif etkiye yol açan arazi kullanımı değişikliklerinin önünü açacaktır. Başka bir deyişle arazi kullanımı değişikliği, iklim değişikliği tehdidi ile birlikte en büyük risk sürücüsü ya da denetleyicisi olamaya adaydır. Bu ise insanı zoonotik hastalıklardan (ör. virüs salgınları) korumaya yardımcı olan biyoçeşitlilik kaybını hızlandırmaktadır.

Birleşmiş Milletler Hükümetlararası Biyoçeşitlilik ve Ekosistem Hizmetleri Bilim-Politika Platformu (IPBES) geçen yıl küresel ekosistem ve biyoçeşitlik konulu önemli bir rapor yayımlamıştı. Raporda önümüzdeki on yıllarda 1 milyon türün yok olabileceği öngörüsünde bulunulmuş ve COVID-19’u yaşayıp tartıştığımız şu karamsar günlerde çok daha anlamlı bir saptamayla, “Biyoçeşitlilik kaybının Yerküre için iklim değişikliği kadar önemli bir tehdit”, tarımı (asıl olarak arazi kullanımı değişikliği) ise ana sürücü olarak değerlendirmişti.

Gerçekten de iklim değişikliği durumu daha da karmaşıklaştırmaktadır. Uluslararası düzeyde kullanılan bir terminoloji olarak, iklim değişikliği bir stres kaynağı ya da stres yapıcıdır. Eğer türlerin biyocoğrafi dağılışı (yayılma alanı), habitat dönüşümü ve parçalanması ya da iklim değişikliği nedeniyle daralır ya da genişler ve türler başka alanlara göç etmek zorunda kalırsa, alışık olmadıkları çevre koşulları ve iklim koşullarıyla karşı karşıya kalırlar. Bu durum, örneğin ilkbaharın daha erken gelmesi gibi bir değişiklik onların ekolojik toleransının dışında kalabilir ve bu durumda iklim değişikliği biyoçeşitlilik kaybının başlıca sürücüsü ya da denetleyici etmeni olabilir.

Bu noktada, “peki bu değişikliğin virüs ile nasıl bir bağlantısı olabilir?” şeklinde haklı bir soruyu da sorabiliriz. Bu olasılıkla, tam olarak, “biyoçeşitlilik azaldığında (bazı türler yok olduğunda ya da göç ettiğinde) gelişmelerini sürdürebilen ve yayılan türler hastalıkları taşımada en iyi olanlardır” şeklindeki bir varsayımla açıklanabilir.

Başka olası değerlendirmeler de yapılabilir ya da bağlantılar kurulabilir. Şöyleki: İri hayvanlar, özellikle yırtıcılar yaşamlarını sürdürebilmek için daha geniş coğrafi yayılıma gereksinim duyar. Bu yüzden, onların habitatları daralır, parçalanır ya da ortadan kalkarsa, onlarda hep birlikte yok olabilirler. Bu hayvanlar genel olarak az sayıda yavruya sahiptir ve görece uzun ömürlüdür. Öte yandan, küçük hayvan türleri, örneğin yarasalar ve sıçanlar hızla çoğalırlar ve yavru sayısı çok olabilir.  Başka bir deyişle bu hayvan türleri “hızlı yaşa genç öl” şeklindeki bir geçmişe sahiptir. Genel olarak bu hayvanlar enerjilerini, yaşamaktan çok yavrulamaya (üreyip çoğalmaya) ayırmaya ve harcamaya eğilimlidir. Bu yüzden bu hayvan türleri görece zayıf immün (bağışıklık) sistemlerine sahiptir ve patojenler için çoğalma ortamı sunmaktadır. Yapılan bilimsel çalışmalar türlerin habitatları daralır, parçalanır ya da ortadan kalkarsa, hayvanların yeni ve yakın alanlardaki habitatlara göç ettiklerini göstermektedir.

‘CANLI TÜRLERİ KÜRESEL ISINMANIN YARATTIĞI ALIŞIK OLMAYAN İKLİM KOŞULLARINDAN KAÇIYOR’

Küçük ya da büyük, karada ya da denizde yaşayan canlı türleri küresel ısınmanın yarattığı alışık olmadıkları iklim koşullarından kaçmak amacıyla kutuplara doğru hareket etmek zorunda kalmaktadır. Bu göç bu canlıların daha önce hiç karşılaşmadıkları ya da başka türlü birlikte olmalarının hiç olanaklı olamadığı başka canlılarla temas etmeleri anlamına gelmektedir. Bu bağlamda, Dünya’nın çeşitli ülkelerinden konuyla ilgili halk sağlığı, enfeksiyon ve salgın hastalıklar, çevre sağlığı, iklim ve çevre bilimi vb. gibi çeşitli alanlardan uzmanların en azından bugünkü düşüncelerine göre, buraya kadar özetlemeye çalıştığım çeşitli nedenler ve etmenler ya da koşullar ile bağlantılı olarak, yeni koronavirüs büyük olasılıkla yarasalardan ya da kemirgen hayvanlardan insanlara geçmiş durumdadır.

‘KÜRESEL ISINMANIN ETKİSİ ÖNCEDEN BİLDİKLERİMİZİNDEN ÇOK DAHA ŞİDDETLİ OLACAK’

-İklim krizi, pandemiyle birlikte risk altındaki halk sağlığı sorunu, artan sıcaklıklarla birlikte mevsimlerdeki ani değişimler, yanlış arazi kullanımından kaynaklı yaşanan tahribatlar, bunları hep birlikte düşündüğümüzde dünyayı kısa ya da uzun vadede neler bekliyor? Bugün artık geri dönülmez bir noktada mıyız?

Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin (IPCC) en son yayımladığı üç özel rapora göre (1.5°C küresel ısınma, iklim değişikliği ve arazi ve değişen iklimde okyanuslar ve buz küre konulu özel raporlar), gözlenen ısınmanın etkisi önceden bildiklerimizden çok daha şiddetli olacaktır. Örneğin: hızlanan deniz düzeyi yükselmesi, okyanusların ısınması, başlıca ekosistemlerin ve biyomların daha etkilenebilir olması ve uyumun (adaptasyon) sınırlanması riskindeki artış, vb. iklim değişikliğinin etkileri şimdi ve gelecekte toplumun ve ekosistemlerin uyum kapasiteleri açısından kuvvetlenen bir meydan okumadır.

Son 10 yıldan beri her yıl Birleşmiş Milletler Çevre Programı’nın (UNEP) yayımladığı Salım Açıkları Raporu (UNEP, 2019), ülkelerin ve ülke gruplarının sera gazı salımlarını karşılaştırmakta ve iklim değişikliğinin beklenen en olumsuz etkisinden kaçınmak için neler yapılması gerektiğini açıklamaktadır. Ancak, rapor her yıl var olan bilimsel uyarılar ve politik yükümlülüklere karşın Dünya ülkelerinin gerekeni yapmadığını ve sera gazı salımlarının artmayı sürdürdüğünü de vurgulamaktadır.

Gelinen kötü ya da olumsuz durum şöyle özetlenebilir:

Geçen on yılda sera gazı salımları yılda % 1.5 oranında yükseldi. Toplam sera gazı salımları (arazi kullanımı değişikliklerini içerir) 2018 yılında rekor yüksek değer olan 55.3 milyar ton eşdeğer CO2’ye (GtCO2e) ulaştı.

Enerji kullanımı ve sanayiden kaynaklanan fosil kökenli CO2 salımları, ki toplam sera gazı salımlarının çoğuna karşılık gelir, 2018 yılında % 2 oranında arttı ve 37.5 Gt CO2/yıl düzeyine ulaştı.

2050 yılı için net sıfır sera gazı salımları hedeflerini açıklayan ülkelerin sayısı artmakla birlikte, bugüne değin yalnızca birkaç ülke BMİDÇS’ne uzun dönemli yasal stratejilerini sundu.

UNEP 2019 Salım Açıkları Raporuna göre, tüm ülkeler Paris Antlaması kapsamında sunmuş oldukları Ulusal Olarak Belirlenmiş Katkılarını gerçekleştirseler bile, yerküremiz 3.2°C’lik sıcaklık artışıyla karşı karşıya kalacaktır. Daha kuvvetli ve erken davranmak konusundaki ortak başarısızlığımız, iklimimizi korumak için daha büyük ve acil sera gazı azaltımlarını yapmamızın gerekli olduğu anlamına gelmektedir. Ayrıca, UNEP Raporu Dünya ülkelerine, Paris Antlaşması ile yol alabilemiz için, sera gazı salımlarını 2020-2030 döneminde 1.5°C hedefi için her yıl % 7.6 oranında, 2°C hedefi içinse % 2.7 oranında azaltmamız gerektiğini açıkça söylüyor.

‘ÜSTÜMÜZE DÜŞENLERİ YAPMAZSAK GERİ DÖNÜLEMEZ BİR NOKTAYA DÜŞÜNÜLDÜĞÜNDEN DAHA HIZLI ULAŞACAĞIZ’

IPCC, 1.5°C’den daha yüksek bir küresel ısınmanın, salgın hastalıklar, sıcak hava dalgaları ve fırtınalar gibi son yıllarda Dünya’nın hemen her yerinde şahit olduğumuz iklim değişikliği etkilerini ve sıklıklarını artıracağı konusunda bizleri uyarmaktadır. Bu konuda başarısız olma şansımız yoktur. Bu hassas dönemde, Dünya daha sağlam ve giderek kuvvetlenen aşamalı eylemleri hayata geçirmelidir. Gereksinim duyulan azaltımları uygulamak için, Dünya ülkeleri 1.5°C hedefleri için sundukları ulusal niyet beyanlarını 2020 yılında gözden geçirerek 5 kat yükseltmelidir. 2°C’lik bir küresel ısınma hedefi içinse, ulusal katkılarını 3 kat artırmaları gerekiyor.

Kısaca söylemek gerekirse, tüm bunlar yerine getirilmezse, “geri dönülmez bir noktaya” bugün düşünülenden çok daha hızla ulaşacağımızı söylemek isterim.

IPCC 1.5°C Raporunun en önemli mesajlarından bir başkası, etkilerin 2 °C’lik ısınma senaryolarından önemli derecede daha yüksek olacağının vurgulanmasıdır. Rapor, 1.5 °C ile karşılaştırıldığında 2 °C’lik küresel ısınmanın olasılıkla şu anlama geldiğini göstermiştir:

Küresel ortalama deniz seviyesi artışındaki fark, 2100 yılında 1.5 °C sınırlandırmada 2.0 °C’ye göre 10 cm (0.1 m) daha azdır. Deniz seviyesi artışı gelecekte izlenecek olan salım yollarına göre farklı oranlarda sürecektir.

Daha düşük deniz seviyesi artışı küçük adalardaki insanların ve ekolojik sistemlerin uyum şansını artırmaktadır.

Karasal ekosistemler ve biyoçeşitlilik üzerine olacak etkiler ile tür kayıpları 1.5 °C’de, 2.0 °C’ye göre önemli ölçüde daha azdır.

Artışı 1.5 °C’de sınırlandırmak 2.0 °C’ye göre okyanus sıcaklıklarının artışını azaltır ve buna bağlı olan okyanus asitliğinde artış ve okyanus oksijen seviyesinde azalışta düşüş sağlar.

Artışı 1.5 °C’de sınırlandırma durumunda 2.0 °C’ye göre karasal, sucul ve kıyısal ekosistemler üzerinde daha az etki beklenmektedir.

‘YÜZ MİLYONLARCA İNSAN, İKLİM İLİŞKİLİ RİSKLERE VE YOKSULLUĞA KARŞI DAHA HASSAS OLACAK’

Karasal türlerin iki katı kadarı iklimsel olarak belirlenmiş olan (biyom, biyotop) coğrafi yayılışlarını kaybedecektir.

Yüzyıldan daha uzun zaman ölçeğinde 2 milyon km2’den daha fazla permafrost arazi kaybı olacaktır.

Ortalama olarak günümüze oranla iki katı kadar insanın (bazı bölgelerde bu oran daha yüksek olacak) iklim ilişkili su stresine uğrayacaktır.

Birkaç yüz milyon daha insan iklim ilişkili risklere maruz kalacak ve yoksulluğa karşı daha hassas olacaktır.   

Gerçekte, enerji, konutlar ve ulaştırma sektörlerinde yenilenebilir enerjilere ve enerji verimliliğine geçiş, 2050 yılına kadar her yıl 16 milyar ton CO2 eşdeğer sera gazı salım azaltımı sağlayabilir. Demir, çelik ve çimento gibi materyallerin daha etkili ve verimli kullanımı da önemli fırsatlar sunmaktadır. Birleşmiş Millet Genel Sekreteri Guterres Eylül 2019’da gerçekleştirilen İklim Eylemi Zirvesi’nde şunları söylemişti: “Dünya liderleri çeşitli işbirliği ve niyet beyanlarında bulunmalarına karşın, henüz o noktada değiliz. Daha gerçekçi planlara, daha çok sayıda ülke ve iş dünyasından daha samimi ilgi ve daha sağlam sözler beklemekteyiz.”

‘TÜRKİYE İKLİM DEĞİŞİKLİĞİNDEN VE ÇÖLLEŞMEDEN ÇOK CİDDİ BOYUTLARDA ETKİLENECEK’

Size bu soru için, ana konumuzdan çok ayrılmadan başka bir açıdan, ‘yerelden’ bakarak da bir yanıt vermek isterim. Çanakkale İli ve Biga Yarımadası’ndaki kurulu ve planlanan termik santrallerin ve siyanürlü metalik maden işletmelerinin yarattığı/yaratacağı tehlike ve risklerine karşı halkın yıllardan beri sürdürdüğü mücadeyi biliyorsunuz. Ulaştığımız bilgilere göre, kısa sürede işletmeye geçebilecek olan yaklaşık 30 (çeşitli izin aşamalarında olanlar ise belki yüzü geçiyor) kadar maden projesi, özellikle altın, gümüş, kurşun, nikel vb. metalik maden işletme projeleri Çanakkale ve Kaz Dağı yöreleri için ciddi tehdit oluşturmaktadır. Var olanlara ek olarak genel olarak Çanakkale ili ve Biga Yarımadası’nın orta ve kuzey bölümlerinde, Karabiga yöresi örneğinde olduğu gibi, Marmara Denizi kıyılarında verimli tarım alanlarının hemen yanı başında ya da tam ortasında yapılmak istenen fosil yakıtlı termik elektrik güç santralleri ve Türkiye’nin en önemli doğal karbon yutakları olan ormanları kitlesel şekilde yok ederek gerçekleştirilmeye çalışılan Kirazlı Balaban ve benzeri madencilik projeleri, Türkiye’nin iklim değişikliği ve çölleşme ile mücadele hedefleri açısından da ciddi bir zıtlık hatta tutarsızlıktır. Bu noktada, iklim değişikliğinden en fazla etkilenen bir coğrafyada yer alan ülkemizin, gelecekte iklim değişikliği ve çölleşmeden çok daha ciddi boyutlarda etkilenmesinin beklendiğini de bu arada vurgulamak gerekiyor.

‘ARTIK DÜNYADA HİÇBİR ŞEY KORONAVİRÜS HİÇ YAŞANMAMIŞ GİBİ OLAMAZ, OLMAMALI!’

COVID-19’dan çıkarılması gereken en önemli derslerden biri olarak on yıllardan beri iklim bilimcilerin ve iklim ya da çevre aktivistlerinin önerdikleri ve kendi yaşamlarında örnek olarak uygulamaya çalıştıkları daha az sera gazı üreten, yani karbon ayak izi düşük yaşam tarzının ve daha az tüketmeye yönelik tüketim alışkanlıkları olduğunu vurguluyorsunuz. Bunun ne gibi olumlu sonuçları olacak? Koronavirüs ile birlikte sağlık sistemindeki aksamaları ve devletlerin salgınları önleme/durdurma konusunda aslında hiçbir hazırlığının olmadığını gördük. Siz sosyal medya hesabınızda bunun için kamunun sağlık sisteminden çekilmesini bir sonucu olduğuna dikkat çekiyorsunuz. Sağlık başta olmak üzere diğer başlıklarda başka bir anlayış mı gerekiyor? Siz ne öneriyorsunuz?

Ne yazık ki, Dünya’nın hemen her ülkesinde panikleyen tüketiciler haftalarca sürebilecek ev karantinası ya da dışarı çıkma yasaklarına hazırlanmak için marketlere hücum ederek rafları boşalttığı için, koronavirüs pandemisi Dünya’nın artan iştahı ve giderek ısınan bir dünyaya yüklenen gerginliklere ilişkin alarm veren uzun süreli bir kaygıya işaret etmektedir. Bu yüzden, artık Dünya’da hiçbir şey koronavirüs salgını hiç yaşanmamış gibi olamaz, olmamalıdır da!

‘SOSYAL DEVLETİN LİBERALİZM ADINA TERK EDİLMESİ TARİHSEL BİR HATAYA DÖNÜŞMÜŞTÜR’

COVID-19 virüs salgınının yayılmasının durdurulamaması ve gerekli tüm halk sağlığı ve sosyal önlemlerin zamanında ve ciddi düzeyde alınıp uygulanamamasında ise, kamusal üretimin, planlı ekonominin ve sosyal devletin, liberalizm, ‘serbest’ pazar ekonomisi ve küreselleşme adına terk edilmesi ve/ya da işlevsiz bırakılması çok önemli bir rol oynamış ve bu ‘genel kabul ya da dayatma’ tarihsel bir hataya dönüşmüştür.

Birleşmiş Milletler, tek tek ülkeler, karar vericiler ya da politika yapıcılar, sosyal ve ekonomik bütünleşme örgütleri ya da birlikleri, sosyal sınıflar, siyasi partiler ve STK’lar, bu acı deneyimden ders çıkarmak zorundadır. Bu kapsamda, en genel anlamıyla kamunun, kamusal üretim (örneğin KİT’ler), denetim, sosyal eşitsizlik, yoksulluk, sağlık, eğitim, tarım vb. alanlarda ‘güçlü bir sosyal devlet’ olarak yeniden tasarlanması ve dönüşümünün sağlanması öncelikli olmalıdır.