baskaldiraninsan.com

Polis Vazife ve Selahiyet Kanunu’nda 2007 yılında yapılan değişiklikten sonra, Baransav’ın kayıtlarına göre 129 kişi polis tarafından öldürüldü, 28 kişi ise karakollarda ölü bulundu. 

Nedenler, dur ihtarına uymamak, 1 Mayıs kutlamalarına katılmak, demokratik protesto hakkını kullanmak, başka bir şüpheliye benzetilmek, Kürtçe şarkı söylemek, trafik polisleriyle tartışmak ve diğerleri.

Tüm bunlar, 2007 yılında Polis Vazife ve Selahiyet Kanunu’nun (PVSK) 16’ncı maddesinde yapılan düzenlemelerin ardından, “görevini yapan” polisin duraksamaksızın infaz kararı vermesine yol açan eylemler. Üstelik, polis memurlarına “yaşam hakkı ihlali” yapabilme hakkını veren, daha açık bir ifadeyle, herhangi bir yargılama olmaksızın devlet namına yapılan görev öne sürülerek sivilleri düpedüz infaz etmeye muktedir kılan, faillerin cezasızlığını neredeyse garanti altına alan düzenlemeler ve emsal davalardan başka bir şey değil.

Baran Tursun İnsani Yardım Vakfı’nın (Baransav) verilerine göre 2007’den beri polis tarafından infaz edilenlerin sayısı 129’a ulaşmış durumda. Bu rakama karakollarda “ölü bulunan” 28 vatandaş ile polisin eylemleri yüzünden yaralananlar ve sakat kalanlar dahil değil. PVSK’da yapılan değişiklikler sonrasında büyük bir pervasızlıkla silaha sarılmaya başlayan polisler yalnızca 2012 yılı içerisinde, biber gazı bombası kafasına isabet eden Mazlum Akay’ın, dur ihtarına uymadığı gerekçesiyle Cem Aygün’ün, bir kavgayı ayırmaya çalışırken biber gazına maruz kalan Çayan Birben’in, trafik tartışması üzerine başlayan kavgada Emrah Barlak’ın, polis panzerinden sıkılan tazyikli suya hedef olan Ayşe Al’ın, polis panzerinin altında kalan Şahin Öner’in ve pek çoklarının ölümüne sebebiyet verdiler. Yine 2012’de pek çok “şüpheli,” polisten kaçtıkları için vurularak, iddiaya göre polisin elinden aldıkları silahlarla intihar ederek, karakolda “fenalaşarak” veya kendilerini asarak yaşamlarını yitirdiler. 2012’de 27, son 6 yılda ise 157 kişinin ölümüne yol açan polislerin cezasızlığının güvencesi PVSK ise hala yürürlükte.

ÖLÜM YASASI PVSK

2007’deki değişiklikten önce, polis memurlarının ateşli silah kullanabilmesini ağır cezalık suçların şüphelilerinin yakalanmasıyla kısıtlayan kanun, değişiklikle birlikte en basit suçlarda (adli para cezası öngörülen haller ve trafik kurallarının ihlali gibi durumlar da dahil olmak üzere) veya suç şüphesinde bile silah kullanma yetkisini polise vermiş oldu. Anayasa’ya ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne de aykırı olan 16’ncı madde, direnme halinde veya kaçma durumunda, ihtar yapılmadan ateşli silah kullanabilme yetkisini, memurun veya amirin takdirine bıraktı. Kanun, polisin hangi ölçüde direnişle karşılaştığında ateşli silah kullanabileceği hususunda da inisiyatifi polise verdi; yasa polise karşı masa, sandalye, sopa veya taş kullanılarak gerçekleştirilen her türlü direniş halinde ateşli silah kullanımını mümkün kılıyor. Dolayısıyla polis müdahalelerindeki orantılılık ilkesi de ortadan kalkmış oluyor.

Mevcut düzenleme, kanunda anılan “bedeni güç, kelepçe, cop, basınçlı su, göz yaşartıcı gazlar veya tozlar, fiziki engeller, polis köpekleri” gibi araçlar devreye sokulmaksızın, doğrudan ateşli silahların kullanımına izin veriyor. Bir başka deyişle, demokratik bir kitle gösterine yapılan müdahale sırasında kalabalığa ateş açan bir polisin, “kanunda belirtilen sınırlar çerçevesinde görevimi yaptım” biçimindeki savunması bile yasal dayanak kazanmış oluyor.

CEZASIZLIĞIN YOLLARI

Polislerin infaz kararı almasında kolaylaştırıcı rol üstlenen, üzerinde uzun uzadıya düşünülmeden sıkılan kurşunlara sebebiyet veren PVSK, cezasızlığı sağlayan tek unsur değil. Ölümle sonuçlanan farklı polis müdahaleleri sonrasında yaşananlar, şaşırtıcı benzerlikler gösteriyorlar; polis şiddetinin yargıya intikal etmesiyle birlikte memurlar çelişkili ifadeler veriyorlar, deliller karartılıyor, adli tıp yetkilileri şiddet mağdurlarının değil faillerin yanında saf tutuyorlar. PVSK çoğu zaman memurların düşük cezalar almalarını sağlarken, defalarca istenen bilirkişi raporları davaları uzatıyor, mağdur ailelerin davaları takip etmeleri kasten zorlaştırılıyor. Faillere cezasızlık getiren, mağdur yakınlarını ise adalet aradıklarına pişman eden unsurları birkaç başlık halinde özetlemek mümkün:

“Görevimi yaptım” savunması: Polis memurları, PVSK zırhıyla en basit olaylara dahi ateşli silahla müdahale etmekten çekinmiyorlar. Son dönemdeki yargısız infazlarla özdeşleşen “dur ihtarına uymama” gerekçesinin muteber görülmesi de bundan: Narin Bögür, Ercan Ceylan, Murat Kasap, Özgür Arda, Nurhak Çartay, Mahir Zorbey gibi onlarcasının ölümünde sanık polisler, “görevlerini yaptıklarını” belirttiler. Düz ve doğrusal bir açıyla, vücudun hayati bölgeleri hedef alınarak ateş edilmesi ise farklı davalarda farklı gerekçeler kazandı. Kimi davada polis memurunun ayağı kaydı, bir başkasında kurşun sekti, bazen de dengesini kaybeden memurun elinden düşen tabanca ateş aldı. 20 yaşındaki Baran Tursun arabasında seyir halindeyken, 17 yaşındaki İbrahim Halil Çoban internet kafe çıkışında, 18 yaşındaki Çağdaş Gemik ise bisikletiyle dolaşırken dur ihtarına uymadıkları gerekçesiyle polis mermilerine hedef olarak yaşamlarını yitirdiler. Faillerin önemli kısmı ya beraat etti, ya da oldukça düşük cezalar aldı.

Karakoldaki kamera bozuk: Kötü muamelenin ve işkencenin izlenmesi, karakollardaki yargısız infazların engellenmesi sebebiyle yerleştirilen kameralar, çoğu karakolda ölüm olayında ya tesadüfen çalışmıyor, ya bozuk, ya da bakımda. 2007’den beri gözaltında ölümlerin yaşandığı karakolların tümünde kamera sistemlerinin kurulu oluşu ancak işbu olaylarda görüntü tespitinin yapılamayışı, kurumsallaşmış bir yanıltma sisteminin varlığını akıllara getiriyor. Bu tip “teknik yetersizlikler” davalardaki delilerin otopsi raporları ve görevli polis memurlarının ifadeleriyle sınırlı kalmasına yol açıyor. İstanbul Firuzköy Polis Karakolu’nda ölü bulunan, ayakkabı bağcıklarıyla kendini astığı iddia edilen Osman Aslı’nın ölüm anına ilişkin görüntülerin bulunamaması, Festus Okey‘in kurşunlanarak öldürüldüğü ana ilişkin görüntülerin mahkemece istenmesi sonrasında karakoldan “o sırada kayıtta değildik” cevabı alınması, karakol infazlarında gelenekselleşen “kayıt dışı” durumu gözler önüne seriyor.

Etkin soruşturmanın ihlali: Polis infazlarının en dikkat çeken noktalarından biri de, polis ve polis kökenli kişilerin soruşturma ve yargı aşamalarına dahil olmasıyla ortaya çıkan etkin soruşturma ihlalleri. Delillerin karartılması, delil oluşturulması, intihar süsü verme, inceleme raporlarında olayların örtbas edilmesi gibi soruşturma ve yargılamanın niteliğini bozan uygulamalar, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde Türkiye aleyhine sonuçlanan pek çok davanın da sebepleri. Sivil vatandaşları öldüren polisler hakkında yürütülen soruşturmalarda meslektaşlar kollanıyor, saptırılan delillere ilişkin gerçek bulgular ortaya çıktıkça ifadeler değişiyor. Kriminal raporlarının hazırlanmasında da çoğu zaman polis kökenli kişiler görev aldığından, polis infazlarında “kurşun sekmesi” veya “sokağın eğiminden ötürü uyarı atışının kafaya isabet etmesi” gibi iddialar sıkça meşru kılınıyor. Baran Tursun’un ölümünün önce trafik kazası olarak rapor edilmesi, hastanede Tursun’un başındaki mermi çekirdeğinin fark edilmesi üzerine polislerin ifadelerinin değişmesi, Festus Okey soruşturmasında görevli polislerden birinin, aynı zamanda olaya karışmış olması, Diyarbakır’da polis panzeri altında kalarak ölen Şahin Öner hakkında Vali Mustafa Toprak’ın “bomba” açıklamasını ortaya atması, karakolda ölümüne dayak yiyen Fevziye Cengiz’in dakikalarca darp edildiği anların, kayıtları inceleyen polis memurları tarafından “tespit edilememesi,” etkin soruşturmayı engellemeye yönelik tedbirlerin yalnızca bir kısmı.

Yakınlar sanık sandalyesinde: Polis tarafından yakınları öldürülenler, kayıplarının acısı yanında polis baskısıyla de yaşamak zorunda kalıyorlar. Davaların getirdiği maddi yükümlülükleri karşılamakta zorlanan kayıp yakınları, yaptıkları eylemler veya basın açıklamaları yüzünden kendileri de farklı davaların sanıklarına dönüşüyorlar. Baran Tursun’un öldürülmesi sonrasında, hak arama mücadelesine giren aile fertleri hakkında 12 ayrı dava açılırken, Cem Aygün’ün ailesinden 9 fert ise, olayla ilgili bilgi almak için gittikleri karakolda durumu protesto etmeleri üzerine 58’er yıl hapis cezası istemiyle yargılanmakta. Bunun yanı sıra, yakınını kaybeden pek çok kişi çeşitli gerekçelerle işlerinden oluyor, yaşadıkları mahallelerden ayrılmaya zorlanıyor veya davalarını geri çekmek zorunda kalıyorlar.

http://baskaldiraninsan.com/wp-content/uploads/2013/02/dsc_3160.jpgTepkisizlik: Polis infazlarının, Türkiye’de yaşanan diğer insan hakları ihlalleri veya siyasi/sembol davalar kadar ilgi çekmemesinin en önemli sebebi, polis memurlarının sivilleri, din, dil, ırk, cinsiyet, siyasi görüş ayrımı yapmadan öldürmeleri. Baransav Başkanı Mehmet Tursun’un da belirttiği gibi, “Yaşama hakları ihlal edilenlerin  % 95’i politik, siyasi yönü olmayan, polisten kaçmayı bile bilmeyen 20 yaş ve altında olan gencecik çocuklar.” Durum böyle olunca derneklerin, siyasi partilerin, sendikaların ve diğer toplumsal grupların polis infazlarına olan ilgisi, ancak mensuplarından biri böylesi bir şiddete maruz kaldığında ya da infazın ayrımcı/ahlakçı saikle gerçekleştiği, nefret cinayeti halini aldığı durumlarla sınırlı kalıyor. Polis kaynaklı yaşam hakkı ihlalleri ne yazık ki nadiren kamuoyunun ve basının ilgisini çekebiliyor. Emrah Gezer’in söylediği Kürtçe şarkı yüzünden öldürülmesi dikkate değer bulunuyor veya Emrah Barlak’ın gün ortasında polis tarafından öldürülmesi, ortada şüpheye yer bırakmayacak görüntü kayıtlarının varlığı sebebiyle kamuoyunun gündemine gelebiliyor. Ayrımcı veya ahlakçı saiklere dayanmayan infazların kurbanı olan sıradan vatandaşların ve ailelerinin trajedileri ise basının ve toplumsal muhalefetin dikkatini çoğunlukla çekemiyor.

Devletin İkİ yüzü

Cezasız kalan infazlar bir bakıma devletin iki farklı yüzünü ortaya koyuyor; bir yanda sivillerin yaşam haklarına dahi tecavüz etmekten çekinmeyen ceberut bir devlet var, diğer yanda ise polis memurunu ne pahasına olursa olsun koruyan merhametli bir devlet. Polis cinayetlerinin meşrulaştıran yargı devletin suç aletine dönüşürken, Ağustos 2012’de oğlu Cem’i kaybeden İsmet Aygün’ün sözleri her şeyi özetliyor: “Bir görevli de çıkıp ‘olay şöyle oldu’ diyemedi. Devamlı olarak polisleri kolluyorlar; benim oğlum öldü, polisler evlerinde.”