Osman Kavala’nın Balyoz davası kararını değerlendirdiği Radikal’de yayınlanan yazısı sosyal medyanın tartışma gündemine oturdu. İşte o yazı:

BALYOZ DAVASINDAN ÇIKAN DERSLER

Balyoz davasında verilen kararlar bazı yorumcular tarafından darbe yapmak isteyenlere önemli bir ders olacağı şeklinde yorumlandı. Bu kararların darbe heveslileri için ciddi caydırıcı etkisi olacağı tartışılmaz. Balyoz davasında verilen cezalar, öbür kefesine ordunun gerçekleştirdiği darbeler ve bunların vahim sonuçlarının konulacağı bir adalet terazisinde tartılacak olursa, sonuçların dengeli olduğu izleniminin doğması çok mümkündür. Ancak, bu tür tarihi ve siyasi saikler dışında, suç ve ceza arasında somut bir nedensellik arayan hukuk mantığıyla yaklaştığımızda, cezalarla kanıtlar, yani kanıtlanabilen fiiller arasında irtibatsızlıklar olduğu göze çarpıyor.

Çetin Doğan ve bazı komutanların AKP hükümetinden rahatsız olduklarını ve hükümet aleyhine çıkışlar yaptıkları sır değil. Emin olduğumuz somut bir husus, Doğan’ın Balyoz davasına konu olan Plan Semineri’ne iç tehdit ve iç tehdidin nasıl bastırılacağına dair senaryolar eklettiği ve seminer sırasındaki konuşmalarıyla bunların Türkiye ’de yakın gelecekte olacaklara dair bir mesaj olarak algılanmasına yol açtığı. Bunları, hukuk devletlerinde yaptırım gerektiren sivil idareye itaatsizlik ve yetkiyi kötü kullanma örnekleri olarak niteleyebiliriz. Hatta bunları, Doğan’ın ve bazı komutanların ordu kademelerinde askeri müdahale yönünde ikna çalışmaları yaptıklarına karine olarak da değerlendirmek mümkündür. Ancak, dava dosyalarında bu çabalar sonucunda nasıl bir kolektif darbe teşebbüsünün şekillendiğini göremiyoruz. Ne zaman ve nasıl hazırlandığı tartışmalı olan Balyoz darbe planı belgelerinin gerçek olduğunu kabul etsek dahi, 330 kişinin her birinin, diğerleriyle suç ortaklığı içinde darbe yapmak üzere iradesini kullandığı hükmüne varabilmek için suçlananlarla ilgili somut kanıta ihtiyaç olduğu açıktır.

Hukuk mantığı açısından açıklaması zor olan bu olgunun başka bir mantıkla, siyasi davaların iç mantığı ile açıklanabileceğini düşünüyorum. “Siyasi dava” ile kastettiğim, bir siyasi gücü tasfiye etmek veya etkisiz kılmak işlevini de üstlenen davalar. Davaların böyle bir misyon edinmeleri genellikle yargı dışından sosyal ve siyasi aktörlerin etkileri, beklentileri, bazen de müdahaleleri ile olabiliyor. Bazen de siyasi konjonktür, medyanın tavrı, siyasi ortam böyle bir beklentiye yol açıyor.

Tarihte gördüğümüz siyasi davaların birçoğu dönemlerindeki siyasi ortama uygunluk gösteren, ancak daha sonra geçerliliğini yitirmiş misyonları yerine getirmişler. Stalin ve McCarthy dönemlerinde olduğu gibi. Balyoz davasından beklenen darbecilerin cezalandırılması ve darbeci eğilimlerin önlenmesi gibi bir siyasi misyon, yukarıdakilerle mukayese edildiğinde, çağdaş demokrasi ilkelerine uygunluk arz ediyor. Ancak, siyasi davaların üstlendikleri misyonu hukuk kurallarına ne kadar uygun olarak veya bu kuralları ne kadar zorlayarak yerine getirdikleri ülkedeki yargı kurumlarının niteliğine göre değişiyor. Bir de cezalandırılması amaçlanan grubun yarattığına inanılan tehdit algısı önemli rol oynuyor. Örneğin, geçmişle ilgili 12 Eylül davasının “cezalandırma ” işlevi iki darbe liderinin yargılanmasıyla gerçekleşirken, ordu içinde var olan darbecilik eğilimini tasfiye etmeye yönelik olduğuna inanılan Balyoz davasında cezalandırma kapsamı oldukça geniş tutulmuş durumda. Yüzlerce insanın öldürüldüğü, işkence gördüğü, insanlık suçlarının işlendiği, siyasi kurumların lağvedildiği “başarılı” bir darbeden dolayı iki darbe lideri yargılanırken kapsamı muğlak olan bir teşebbüsten dolayı 300’den fazla ordu mensubunun cezalandırılması sanırım farklı tehdit algılamalarıyla açıklanabilir.

John Laughland, “A History of Political Trials” adlı kitabında Stalin döneminde başsavcılık yapmış olan Yanuarevich Vyshinskii’nin geliştirdiği “kumpas kavramı”nın (conspiracy concept) siyasi davalarda arzu edilen genişlikte suçlamalar ve cezalandırmalar yapabilmek için elverişli bir araç olma işlevini gördüğünü anlatıyor. Bu yaklaşıma göre, şüpheliler arasında bir amaç birliği tespit edilirse, birbirlerini tanımasalar da bir suç ortaklığının teşkil ettiği, aynı kumpas içinde yer aldıkları iddia edilebilir. Ve her biri diğerlerinin fiillerinden de sorumlu hale gelirler.

Bu noktada başka bir olgu da ortaya çıkıyor. Siyasi davaların üstlendikleri misyonun yerine getirebilmesi için oluşturulan suçlama ağının içinde kalanların, özellikle tutuklananların, önemli bir kısmının cezaya çarptırılması adeta bir gereklilik haline geliyor. Aksi takdirde kamuoyunun bir bölümünde suçluların etkili biçimde cezalandırılmadıkları, bu davaların siyasi misyonlarını yerine getirmediklerine dair bir algılamanın ortaya çıkması mümkün. Veya, tersine, tutuklananların çok azının ceza aldığı davalarda tutuklama uygulamalarını ve yasal süreçleri uygulayanların ciddi biçimde sorgulanması riski ortaya çıkıyor. Yani, siyasi misyon kendine özgü bir mantıkla yasal sürecin parçası haline gelmiş oluyor.

Darbeleri önlemek için, sadece darbe heveslilerine değil tüm topluma, darbelerin suç olduğunu anlatmak kuşkusuz önemli bir siyasi ve etik görev. Darbelerden çok çekmiş olan ülkemizde, bu görevin tüm siyasi ve sivil aktörler tarafından yürütülmesi demokrasi için ne kadar gerekliyse, maddi olguları aydınlatmak, hakikati ortaya çıkarmak ve adaleti gerçekleştirmek dışında bir siyasi misyonun yargının işleyişine dahil olması, hukuk normlarına karışması da adalet için o derece risk yaratıyor. Bugün Türkiye’de askeri müdahale ve askeri vesayete karşı siyasi dinamiklerin geliştiğini, bu yönde siyasi derslerin siyasi arenada verildiğini ve alındığını görüyoruz. Hatta, Balyoz davası öncesi, Hilmi Özkök döneminde, ordu kurumunun önemli bir bölümünün bu konuda ders edinmiş olduğu söylenebilir. Buna karşılık, ülkemizde yürütülen siyasi nitelikleri olan davalarda, yargı sürecinin işleyişi ile ilgili endişelerde azalma değil artış gözlemliyoruz. Bu durumda ülkemizde yargının yerine getirmesi gereken misyonun, bu tür davaların hukukun evrensel gerekleri çerçevesinde toplumun en geniş kesimlerince adil bulunacak şekilde yürütülmesini sağlamak olduğunu söylemek herhalde yanlış olmaz.

Bunun başarılabilmesi için savunma haklarının eksiksiz kullandırılması, suç ve cezaların kişiselliği ilkesine azami riayet edilmesi, her bir şüpheli için lehte ve aleyhte kanıtların titizlikle aranması ve her sanığın durumunun ayrı ayrı değerlendirilmesi gerekir. Bu ölçütlerle bakıldığında Balyoz davasının kamu vicdanı açısından değeri olabilecek dersler sağlamadığını, başka benzer davalar için de kötü örnek olacağını düşünüyorum. Yargının adil işlediğinin kanıtlanması için bu davanın yeniden görülmesinin gerektiğine inanıyorum.