Burak Eldemburakeldem.com/

 

Birbirine ne kadar yakın olursa olsun, iki insanın bile aynı evde yaşaması, göründüğü kadar kolay değil. Bazen şartlar o denli öngörülemez biçimde bambaşka noktalara gidebilir ki, yan yana yaşamayı sürdürmek, gerçekten zorlayıcı hale gelebilir. Evlilikler, birliktelikler bu yüzden bitebiliyor; çocuklar bu yüzden ebeveynlerinden ayrı eve çıkıp özgürlüklerini tatmak istiyor; "ev arkadaşları" bu yüzden yollarını ayırabiliyor. Aynı çatı altında bir arada yaşamak, ancak kişilerin birbiri üzerinde egemenlik kurmaya kalkmadığı, eşitliğe dayalı ilişkiler söz konusu olduğunda katlanılabilir bir şeydir ki, bakmayın siz, yine de zordur.

 

Toplumsal ilişkiler de bundan çok farklı değil. Aynı coğrafyayı paylaşıp, aynı sınırlar içinde yaşamak durumunda kalan halklar da, benzeri nedenlerle birbirlerinin yüzüne bakamayacak hale gelebilirler. Hele ki eşitlik, karşılıklı saygı ve anlayış gibi önemli "bir arada yaşama ilkeleri" sık sık ve ısrarla ihlal edilmeye başlamışsa, artık "o çatı" altında işler giderek zorlaşıyor demektir. Taraflardan biri, diğeri üzerinde ağır bir baskı oluşturup, onun yakınma ve taleplerini ısrarla görmezden geldiğinde, hele de bu tavrını küstah ve tepeden bakan bir görüntüyle sergiliyorsa, "Bin yıllık kardeşlik, dostluk" gibi yapay sözler anlamını yitirir gider. Karı koca birbirine tahammül edemiyor, çocuklarla ebeveyn aynı çatı altında barınmayacak hale geliyor, siz hangi "kardeşlikten" söz ediyorsunuz? İşleri bu noktaya getirdiyseniz ve onarmaya yanaşmaktansa karşı tarafın sizin kurallarınıza biat etmesini ısrarla bekliyorsanız, üzgünüm ama "vatan bölünmez" demekle, ancak bir sloganı tekrarlamış olursunuz birbirinize.

 

Bugün "Kürt meselesi" adı altında gündemimizin merkezinde yer alan ağır ve kritik konu, ocağın altındaki ateşin etkisiyle ısısı 100 dereceye yaklaşmakta olan bir tencere gibi duruyor önümüzde. Suyun taşma noktası da, oldukça yakın. Dünden bugüne ortaya çıkmış, "yeni" bir sorun yok karşımızda; yirmi yıl, otuz yıl, elli yıl geriye doğru bakarak her yönüyle açıklayabilmek de, TV programlarında bilirkişilerin yaptığı afili analizlerde olduğu gibi kolay değil.

 

Diğer yandan, alabildiğine açık, net ve anlaşılır bir olgunun üzerinde yükseliyor, "mesele" diye önümüze konan dosya: Doksan yıldır verdiğin hiçbir sözü tutmadığın, sürekli olarak kandırdığın ve zulmederek baskı altında tuttuğun; sesini yükseltmeye kalktığında dipçik ve sopa, isyan etmeyi denediğinde de top-tüfek ve uçakla üzerine gittiğin insanların niye artık sabırlarının taştığını göremiyorsan, ya algılayışınla ilgili sorunlar vardır ya da düpedüz art niyetlisindir. Türkiye'deki "resmi tavır" için, ikinci seçenek geçerli.

 

Burada Zilan ve Dersim'den başlayıp Uludere'ye dek uzanan katliamların da altını çizerek tarihsel bir panorama çıkarmakla uğraşmayacağım; her şey, görmesini bilen gözler için açık seçik ortada zaten. Eğer bilgi istiyorsanız, artık kolayca ulaşılabilir durumda; isteyen gider, bulur, açar, okur ve öğrenir. "Ulus-devlet" denen Aydınlanma icadı Fransız patentli olgunun dünyanın her yerinde insanlığın başına açtığı dertlere değinen bir tarihsel-sosyolojik analize de niyetim yok, "ulusların kaderlerini tayin hakkı" ile ilgili sosyalist literatürün önemli teorisyenlerinden alıntılar yapmaya da. Bunların hepsini geçtik. Büyük çoğunluğun farkına varmak istemediği, gözünü kapamayı ve kendini aldatmayı tercih ettiği, ikiyüzlülükle anlamazdan gelinen bir bıçak-kemik ilişkisinde, son aşamadayız artık.

 

"Ne zaman geldik bu noktaya?" diye sormayacaksınız şimdi, değil mi?

 

Çok öncekileri bir yana bırakarak, yalnızca "balık hafızalar" için kolay anımsanacak birkaç trajediye yoğunlaşmak yeterli. "Çocuklar çiçektir" türü sözleri ağızlarından düşürmeyenlerin, 14 yaşındaki Ceylan Önkol evinin bahçesinde top mermisiyle parça parça edildiğinde ya da 12 yaşındaki Uğur Kaymaz'ın bedeninden 13 kurşun çıktığında kör-sağır-dilsizi oynaması getirdi o bıçağı, kemiğin tam üzerine.

 

Üç kuruş için kilometrelerce yolu o soğukta yürümeyi sineye çekmiş Roboski (Uludere) köylüleri, "terörist sandık" gerekçesiyle bir saat boyunca F-16'larla bombalandığında susan ve görmezden gelenler getirdi.

 

34 insanın öldürüldüğü katliamın üzerinden daha 48 saat geçmemişken, şenlikli gecelerde yılbaşı kutlaması yapanların duyarsızlığı; hatta bir de utanmadan "Onlar da kaçakçıymış zaten" diyenlerin insanlıktan çıkmışlığı getirdi.

 

Tek suçları protesto gösterisine katılmak olan, daha ergenlik çağındaki çocukların, "örgüt üyesi" diye tutuldukları Pozantı Cezaevi'nde maruz kaldığı dehşet verici zulme sessiz kalanlar ve "Onlar da polise taş atmasaydı" diyenlerin çürümüş ruhları getirdi. "Oh olsun" diyenler getirdi; "bunlar teröristlerin oyunu" diyenler getirdi.

 

Sadece birkaç yakın olaya değindik; daha "seçilmiş vekillerin halk iradesi hiçe sayılarak yaka paça Meclis'ten götürülmesi"nden, sadece şüphe üzerine aylarca, yıllarca cezaevinde yatırılan üniversite öğrencilerinden, bu konuda aklıselimi savundukları ve bunu meslekleri gereği insanlarla paylaştıkları için cezaevine atılan bilim adamlarından söz etmedik. Kapatılan gazeteleri, yayını durdurulan televizyon ve radyoları, erişimi engellenen internet sitelerini, sokaklarda vurulan gazetecileri anımsamadık.

 

İnsanları, bir yere kadar sindirebilirsiniz. Sizin o tepeden bakan buyurgan ve küstah tavrınıza, amansız düşmanlık ve zulmünüze, başlarına gelen kötü olaylar karşısındaki duyarsızlık sınırlarını fersah fersah aşan vicdansızlığınıza, bir yere kadar sabrederler. Robot değil karşınızdakiler, bu toprakların en eski halklarından birine mensup insanlar. Anadillerini yasaklayıp, sonra da zorla öğrendikleri Türkçe'yi aksanlı konuşmalarıyla sözde dalga geçtiğiniz; onlarca yıl devletin işine geldiği için mahkûm bırakıldıkları feodal yapıda yaşayıp duran alışkanlıklarını küçümseyip hor gördüğünüz; her birine ilk fırsatta sizi arkadan vuracak birer potansiyel terörist gibi baktığınızı gizlemediğiniz; poşusundan, kendi dilindeki türküsünden, zılgıtından-tilili'sinden rahatsız olduğunuz; başlarına gelen felaketlerde yanlarına gidip onlarla birlikte olmak yerine "hak etmişler ki öldürülmüşler" deyip geçtiğiniz; "bölücü" diye yaftaladığınız insanlardan oluşan koca bir halk.

 

Devletin tavrı, başlı başına siyasi yapı ve resmi ideolojinin, hücrelerine dek sızmış olduğu mekanizmalarla ilgili, çözülmesi gereken ezeli bir sorun. Peki sizin tavrınıza ne demeli? Kürtlere uygulanan ağır izolasyon ve baskıyı gördüğü halde akıllara zarar bir ırkçılıkla o köhne ideolojinin dümensuyunda giden ve bir fetiş gibi devletine tapanlar için neler söylemeliyiz?

 

Stadyum tribünlerinde, askere yollama ritüellerinde, mahalle kahvelerinde ırkçı, faşist söylemlere sarılanlar, bugün uygulanmakta olan politikaları yüreklendiren ana nehir yatağını oluşturmuyor mu? Siz susmasanız, "Yeter artık" diyebilseniz, bu devlet, bu iktidarlar bu kadar pervasızlaşabilir mi? Bir "kült objesi" gibi abartılı ikiyüzlülüklerle başınızın üzerinde taşıdığınız tabuların nelere yol açtığını görebiliyor musunuz? O hastalıklı, kibirli, küstah milliyetçiliğin bu ülkede milyonlarca insan için hayatı nasıl çekilmez hale getirdiğinin farkında mısınız?

 

Aynı çatı altında, birbirini anlayarak, birbirinin alanlarına saygı göstererek ve egemenlik kurmaya çalışmak yerine eşitliği benimseyerek yaşayabiliyor insanlar ancak. Bunlardan biri veya daha fazlası zedelendiğinde, yollar da evler de ayrılıyor. Bugün aynı coğrafyayı paylaşan iki halk arasında "evleri ayırma" noktasının yaklaştığını göremeyen ve "şiddetli geçimsizliği" bilerek ya da bilmeyerek körükleyen çoğunluk, bugün gelinen noktanın da birinci derece sorumlusu.