YARSAV eski başkanı Ömer Faruk Eminağaoğlu, Türkiye’de tartışmalara neden olan yargı-iktidar ilişkisini değerlendirdi.

Eminağaoğlu’na göre Osman Kavala’nın daha önce tahliye edildiği bir dosyadan tutuklanması, herkes için yedekte bir dosya tutulduğunu gösteriyor.

İktidarın 15 Temmuz darbe girişiminden bir ay önce, “sıfırlama yasasıyla” hukuk devletini rafa kaldırdığını ifade eden Eminağaoğlu, daha sonra Fethullahçılardan boşalan kadrolara genç, deneyimsiz AKP’li ve milliyetçi yargıç-savcıların yerleştirildiğini söylüyor.

Eminağaoğlu’na göre Adalet Bakanlığı’ndan giden yazılar, yargıç ve savcıların dizlerini titretiyor.

Eminağaoğlu, Gazete Duvar’dan İrfan Aktan’ın sorularını yanıtladı.

Osman Kavala’nın tahliye edildiği halde, daha önce beraat ettiği 15 Temmuz davasından tekrar tutuklanması üzerine pek çok hukukçu “artık tartışmamız gereken şey hukuk değil, iktidar” yorumu yaptı. Eski bir yargıç olarak sizin yorumunuz nedir?

Bir kere Gezi iddianamesini hazırlayan Muammer Akkaş’ın, FETÖ’den ihraç edilen bir savcı olduğunu not edelim. Elbette Kavala hakkında verilen tutuklama kararını hukukla açıklamak mümkün değil. Kavala’nın yeniden tutuklandığı dosya 2017 yılında açılmış bir soruşturma olarak gözüküyor. Peki Gezi davasından beraat etmeyip ceza alsaydı, 15 Temmuz dosyası açılacak mıydı? Demek ki herkes için rafta bir dosya, yedekte tutuluyor. Birinden beraat edince, raftaki dosya devreye konuyor. İktidar, sesini duymak istemediklerine karşı her zaman yargıyı kullanıyor. Türkiye’de yargı, iktidarın kullandığı bir sopa dışında anlam ifade etmiyor.

Bu yeni bir şey mi?

Darbe dönemlerine baktığımızda aklımıza ilk gelenin, o rejimlerin yaptığı yargılamalar olması tesadüf değil. 1961 ihtilali sonrası idamlar yapılmasaydı, o dönem sadece 1961 Anayasası’yla hatırlanacaktı. Ama Menderes ve arkadaşlarının idam edilmesi, toplumu ikiye bölerek birbirinden uzaklaştırdı. Bu da yargı kararıyla oldu. 12 Mart denince de aklımıza sadece o dönemin bağımsız hareket edemeyen mahkemeleri, yargılamalar geliyor. 12 Eylül darbesiyle ilgili de aklımıza ilk gelen, o dönemin işkence ve mahkeme yargılamalarıdır. Yakın zamanı da, 2010 referandumundan itibaren bu çerçevede ele alabiliriz. Tüm olağanüstü yönetim dönemlerinde yargı, bağımsızlıktan uzaklaşmış, güdümlü hale getirilmiştir. Çünkü yargı üzerinden yaptığınız işlemleri durdurabilecek bir güç yok. İktidar, amacına yargı üzerinden çok daha rahat ulaşıyor. İktidarın yaptıkları sorgulanabilirken, iktidarın yargı üzerinden yaptırdıkları sorgulanamıyor.

‘YARGI, İKTİDARA SINIRSIZLAŞMA İMKÂNI SAĞLIYOR’

Fakat yargıya bu gücü veren, onun görece meşruiyeti. Meşruiyetini de bağımsızlığından alıyor. Oysa yargı, hukuksuz işlemlerin yürütüldüğü bir mekanizmaya döndükçe, meşruiyeti de ortadan kalkmaya, dolayısıyla toplum nazarında etkisizleşmeye, gücünü yitirmeye başlamıyor mu?

Tabii ki! Yargı yurttaşlara güvence olan ve iktidarı sınırlandıran en önemli güç iken, bugün öyle bir fonksiyonu yok. Yargı artık iktidara sınırsızlaşma imkânı sağlıyor. Bu, yargının varlık nedeninin ortadan kalkmasıdır. Şu an olan bu!

Yurttaşların yargıya olan güveni ve giderek saygısı ortadan kalkmaya başladığında ne olacak peki?

Yargı kararları yaygın olarak insanların vicdanlarını sızlatmaya başladığında, artık yargıya giden değil, yargıdan kaçan bir toplumla karşılaşırsınız. Bir kere yargı, yasama ve en önemlisi de yürütme organına karşı bağımsız olmalı. Ama yargı aynı zamanda hem kendi içinde hem de kamuoyuna karşı bağımsız olmalı.

Yargının kendi içindeki bağımsızlığından söz edince akla Hakimler Savcılar Kurulu (HSK) geliyor. Hakim ve savcıların mesleğe kabul edilmesi, atama, terfi, disiplin cezası veya ihraç kararlarını veren kurulun, yargının iç bağımsızlığı konusundaki işlevi nedir?

Aslında bugün sorulacak soru şu: HSK, yargının bağımsızlığını mı sağlıyor, yoksa yargı bağımsızlığının önündeki en büyük engel mi? Hakimler Savcılar Yüksek Kurulu, 1961 Anayasası’yla ortaya çıktı. Çünkü yargı bağımsızlığı konusunda geçmişte, özellikle Demokrat Parti döneminde tavan yapmış sorunlarla karşılaşılmıştı. Batı ülkelerinde de hukuk devletinin gereği olarak böylesi bir mekanizma kullanılıyordu. Fakat Türkiye’de bu mekanizma sadece on yıl, yani 12 Mart 1971 dönemine kadar varlık nedenine uygun çalıştı. HSK’nın varlık nedenine uygun çalışması, en çok siyasi iktidarları rahatsız etti. Olağanüstü bir yönetim ortaya çıkınca, 12 Mart döneminde bu kurulun yapısına müdahale edildi. İkinci budama ise 12 Eylül’de oldu.

Ne yapıldı 12 Eylül’de?

Dediğim dedik bir HSYK yaratıldı ve verdiği kararlara yargı yolu kapatıldı. Oysa 1961 Anayasası’nda öngörülen modelde kurulun kararlarına karşı başvuru yolu vardı. 12 Eylül darbe döneminde Adalet Bakanı, kurulun başkanı yapıldı. Müsteşar ve personel genel müdürü de üye yapıldı. Fakat darbeciler bile “bu kadarı fazla oldu” diyerek 1982 yılında personel genel müdürünü kuruldan çıkardı. Böylece doğal üyeleri, yani Adalet Bakanlığı’ndan kaynaklı üyeleri üçten ikiye indirdiler. Fakat HSYK kararlarına yargı yolunu kapattıkları için, kurul, yargı üzerinde bağımsızlığı sağlayan değil, bağımsızlığı elden alan bir güç haline geldi. Ve nihayet hepimizin yakından hatırladığı 2010 referandumu…

‘12 EYLÜL DARBECİLERİ BİLE BÖYLESİ BİR HSK ÖNGÖRMEMİŞTİ’

Yeni kuşaklar belki hatırlamaz. Fethullah Gülen’in “imkân olsa mezardakileri bile kaldırarak referandumda ‘evet’ oyu kullandırmak lazım, ben zannediyorum kalkarlar da” diye destek verdiği 2010 Anayasa değişikliği referandumu, iktidar tarafından 12 Eylül darbecileriyle hesaplaşma makyajıyla sunulmuş, hatta referanduma “hayır” diyen solcular darbecileri, işkencecilerini savunmakla suçlanmıştı…

Tabii. 2010 Anayasa değişikliğiyle HSK bir kez daha iktidar güçlerine yaklaştırıldı ve 2017 Anayasa değişikliğiyle de tamamen yürütmenin kontrolüne alındı. HSK, üyelerin seçimi dolayısıyla artık en fazla oy alan veya alacak partiye teslim edilmiş durumda. 12 Eylülcülerin bile “bu kadar da olamaz” dediği durumun ötesinde bir hâl bu ve mevcut haliyle HSK ne yargıya güvence olabilir ne de yargıya güveni sağlayabilir. Darbeciler bile böylesi bir HSK öngörmemişti.

Peki bu yapı, gündelik işleyişe nasıl yansıyor?

Osman Kavala hakkında beraat kararı veren yargıçlarla ilgili hemen soruşturma açılıyor mesela. Oysa “yargıçlar taraflıdır” konusu bir temyiz veya istinafa başvuru nedeni. Bırakın o zaman yargıçlar bunu temyiz etsin. HSK’nın soruşturma kararı yargıya doğrudan müdahaledir. HSK’nın yaptığı, görev kullanmak değil, görev sınırlarını aşarak yargıyı etkilemektir. Bu, görev adı altında suç işlemektir!

‘ADİL YARGILAMA KOŞULLARI BÜTÜNÜYLE YOK EDİLMİŞ DURUMDA’

HSK’nın, Kavala ve diğer sanıklar hakkında beraat kararı veren yargıçlarla ilgili soruşturma başlattığı sırada insan hakları savunucularının yargılandığı Büyükada davası görülüyordu. Normalde bu duruşmadan karar çıkması beklenirken, mahkeme heyetinin çok gergin olduğu ve davayı nihayetlendirmek yerine erteleme yoluna gittiği söylendi. Dolayısıyla HSK’nın soruşturmasının, diğer dava yargıçlarını da doğrudan etkilediği söylenebilir mi?

Kaçınılmaz bir biçimde hem de! Yaklaşık bir ay önce de bir general hakkında beraat kararı verilince, tıpkı Kavala’da olduğu gibi yargıçlar hakkında hemen soruşturma açıldı, yerleri değiştirildi. Yargıçların, verecekleri kararlar hakkında iktidarın gözlerinin içine bakmaları isteniyor. Ayrıca, verdikleri kararlar yüzünden hakkında soruşturma açılan yargıçlarla ilgili kararı verecek olan diğer yargıçların, iktidara rağmen bir karar vermesi mümkün mü? Böyle bir ortamda adil yargılama söz konusu olabilir mi, hayır. Adil yargılama koşulları bütünüyle yok edilmiş durumda.

‘YARGIÇ-SAVCI SINAVLARINI GÜNDEME ALINCA, FETHULLAHÇILARIN HEDEFİ OLDUK’

2016 yılında KHK’yla kapatılan Yargıçlar ve Savcılar Birliği’nin (YARSAV) başkanı olduğunuz 2006-2009 yılları döneminde sık sık Fethullah Gülen medyasında “kötü karakter” olarak sunuluyordunuz. O dönem neden hedefteydiniz? O dönemki yargı yapısıyla, iç işleyişiyle şimdiki arasında nasıl bir mukayese yapıyorsunuz?

Avrupa’da yargı örgütleri, yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığı konusunda en büyük mücadeleyi yürüten ve diğer toplumsal örgütleri de hak kullanımı ve talebi konusunda tetikleyen yapılar. Türkiye’de böyle bir örgütlenmenin varlığı bile akla gelmiyordu.

Tam o dönemde, 2004 yılında Avrupa Birliği’ne uyum çerçevesinde bir yasa hazırlığı vardı. Siyasi iktidar bu hazırlığı AB’ye uyumdan ziyade AB’yi kendi lehine sömürmek için yapıyordu. Yasa taslağında Türkiye Yargıç Savcı Birliği gibi bir yapı öngörülüyordu. Başkan müsteşar, yönetim kurulu da Adalet Bakanlığı’ndaki genel müdürler olacaktı. Böyle bir birliğin tüm yönetimi bakanlığa bırakıldığında, daha baştan varlığı anlamsızlaşıyordu.

Bunun üzerine Avrupa’da çeşitli incelemeler yaptık. AKP’nin öngördüğüne yakın bir modelin Rusya’da uygulandığını ve bağımlı olduğu için de uluslararası yargı örgütlerine kabul edilmediğini gördük. Üstelik AKP’nin öngördüğü model, Rusya’nınkinden bile çok daha katı, çok daha bağımlı bir yapıydı. Bunun üzerine yargıç ve savcılar olarak biz harekete geçerek 2006 yılında YARSAV’ı kurduk. YARSAV’ı kurunca da Fethullah cemaatinin hedefi haline geldik.

Neden?

Çünkü yargıç ve savcıların hiçbir gücün etkisinde kalmadan mesleğe kazandırılması birinci hedefimizdi. Asıl sorun, yargıç-savcıların mesleğe alım sınavlarında çıktı. Sınavları birinci gündem maddesi haline getirince, bu sınavlardan beslenen güç odaklarıyla karşı karşıya kaldık.

Bu sınavlardan nasıl besleniyorlardı?

Sınavlar, mülakatlar özgür hareket edebilecek kişilerin dışlandığı, ekarte edildiği nitelik haline getirilmişti.

‘YARGIDAKİ FETHULLAHÇI YAPI, MÜLAKATLARDAKİ ELEMELERLE KURULDU’

Fethullahçıların yargıya girişi bu döneme mi tekabül ediyor?

Öncesi de var ama özellikle bu mülakatlar çok işlevselleştirilmişti. Mülakat sürecinde Adalet Bakanlığı, Emniyet’e “bu kişi hakkında herhangi bir arşiv bilgisi var mı” diye soruyor… Hakkında “duyum olmayan” kişi mülakattan geçiyor, diğerleri de dereceye bile girse, eleniyordu. Yargı içindeki Fethullahçı yapı böyle kuruldu. Yazılı, sözlü sınavı Adalet Bakanlığı açıyor, adayları bakanlık belirliyor, bu adaylardan kimin hakim-savcı olacağına HSK karar veriyor. Adayların yürütme, yani bakanlık tarafından belirlendiği bir sistemde, yapısı ne olursa olsun HSK’nın eli-kolu bağlıdır. 12 Eylül darbesinden beri sistem böyle işlemiş.

Ama son yıllarda binlerce hakim ve savcı da yine iktidarın yönetiminde ihraç edilmedi mi?

Bu ihraçların ne kadar yerinde olup olmadığı ayrı bir tartışma konusu ama…

Neden?

Kamuoyu karşısında ihraçlar sayısal olarak öne çıkarılıyor. Ama bu sürecin de hukuka uygun yürütülmediği açık. Sadece Emniyet ve MİT raporlarıyla birtakım işlemler yapılıyor. İktidar bu sürecin içinde olduğu için kimlerin hangi kaynaktan geldiğini biliyor. Ama ihraç işlemlerinin de kanıtlarıyla ve usulüne uygun olarak yapması gerekiyor. Ayrıca iktidara boyun eğmeyecek kimlikler de bu sürece dâhil ediliyor. FETÖ’cü de olsa, hukuk herkes için işletilmeli. Fakat bu asla böyle yapılmıyor.

YARSAV sürecine geri dönelim…

O süreçte nerede bir hukuksuzluk yapıldıysa, üzerine gittik. Avrupa’daki hukuk örgütlerine de üyeliklerimizi yaptığımız için buradaki sorunları oralara da, kamuoyuna da aktardık. Kamuoyu daha önce de bazı sorunları biliyordu ama ilk kez o süreçte yargıdaki kokuşmuşluk görünür hale geldi. Bu nedenle de hem iktidarın hem de kullandığı Fethullahçıların hedefi olduk.

‘YARSAV’IN 2009’DAKİ GENEL KURULU FETHULLAH’IN ETKİSİ ALTINDA YAPILDI’

Sizin YARSAV yönetiminden uzaklaştırılmanız nasıl oldu?

2009 yılında Dünya Yargıçlar Birliği’ne üye olmuştuk. Fakat bu heyecanla gelip genel kurulumuzu gerçekleştirdiğimizde, bir tek ben yönetim dışı kaldım. Sonradan Fethullahçılıktan yargılanan bazı yargıçların itirafları dosyalara yansıdı. Fethullah Gülen’in 2009 yılında doğrudan FETÖ’nün yargı imamına “YARSAV’ı bütünüyle elde edebiliriz ama bu kamuoyunda dikkat çekici olur. O yüzden tümüyle elde etmek yerine kontrol altına alacak şekilde üyelik yaptırın” şeklindeki ifadeleri şu an Yargıtay Ceza dairelerindeki dosyaların içinde yer alıyor.

Madem 2009’daki YARSAV Genel Kurulu Fethullah’ın etkisi altında yapıldı, o zaman gelin bu süreci soruşturun, diyoruz. Çünkü YARSAV’a birtakım üyeleri kaydettirme yoluna gidilmişse, bu üyelerin de Fethullahçı olduğu biliniyorsa ve bunlar hakkında bir işlem yapılmıyorsa, o zaman Adalet Bakanlığı kimi koruyor, kimi korumuyor? Bu konuyu suç duyurusu yapıyor, “gelin 2009 yılı genel kurulumuzu soruşturun” diyoruz. Ama ne HSK ne de Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı bunun üzerine gidiyor.

Üzerine gidilirse nasıl bir sonuç ortaya çıkar?

Gerçekten tarafsız bir soruşturma yapılırsa, 2010 öncesinde Adalet Bakanlığı ile Fethullahçı yapının nerede, nasıl birlikte hareket ettiği daha çok deşifre olacak. Tabii siyasi iktidarın o dönem kadro yetersizliği olduğu için bu açığı Fethullahçılar üzerinden kapatıyordu.

‘FETHULLAHÇILARDAN BOŞALAN KADROLARA AKP’Lİ VE MİLLİYETÇİLER YERLEŞTİRDİ’

Peki ihraçlar dolayısıyla yaşanan kadro açığı şu anda nasıl kapatılıyor?

AKP bu süreçte kendi kadrolarını yetiştirdi. Aynı zamanda milliyetçilerle yaptığı ittifak üzerinden de Fethullahçılardan boşalan kadrolara bunlar yerleştiriliyor. Sonuçta yargı yine bağımsız bırakılmayıp iktidar eliyle dizayn ediliyor. Yani yargıda da Cumhur İttifakı var. HSK yapısı da bu şekilde belirleniyor. 2008 yılında, 8 bin civarında yargıç-savcı vardı. Bugün sayı 20 binlere çıkmış durumda. 4 bine yakın kişi ihraç edildi, emekliye ayrılanlar, benim gibi istifa edenler var. Bu şekilde AKP iktidarı döneminde yargının dörtte üçü değişti ve yerine kendi kadrolarını yerleştirdi.

Peki bu kadroları oluşturanların yapısı, niteliği nedir?

İktidardan bağımsız hareket edemeyen, nitelik anlamında yetersiz yargıç ve savcılardan söz ediyoruz. Yargıç ve savcıların yüzde 50’den fazlasının iki-üç yıldan fazla mesleki deneyimi olmadığını kendileri de itiraf ediyor. Bir- iki yıllık bir yargıç-savcıyı, hiçbir mesleki deneyimi olmadığı halde getirip Ankara, İstanbul, İzmir gibi illere oturtur, siyasi iktidarla doğrudan bağlantılı dosyaları da önlerine koyarsanız, o yargıç nasıl bir hukuk uygulayabilir? Meslekte devam edebilmesi için siyasi iktidarı ürkütmeyecek kararlar alması gerektiğini bildiği zaman, nasıl bağımsız hareket edecek? Kaldı ki, geldiği yer itibariyle zaten ideolojik olarak da meseleye yaklaşabilir.

Yargıç-savcı olduğunuz dönemde, kritik davalar konusunda siyasi iktidardan size herhangi bir “öneri” geliyor muydu?

Doğrudan değil ama tehdit veya beklenti içerikli mektuplar geliyordu. Yargıtay’da bulunduğum sırada Siyasi Partiler Bölüm Sorumluluğu da yaptım. Ben bugün CHP üyesiyim ama o dönem CHP’nin aleyhine de işlem yaptım, AKP’nin kapatma soruşturmasında da görev aldım. Hukuk neyi gerektiriyorsa, o şekilde hareket ettik. Yargıtay’daki genel yapı da bu şekildeydi. Ama bugün sadece Yargıtay değil, Danıştay’da, Anayasa Mahkemesi’nde hukuktan uzaklaşan, iktidarı rahatsız etmeyecek biçimde hareket eden bir yapı görüyoruz. Yüksek yargı bile bu hale getirilmiş durumda. Bakın, 15 Temmuz darbe girişiminden bir ay önce “sıfırlama yasası” olarak tanımlanan bir yasa çıktı.

‘HUKUK DEVLETİ, 15 TEMMUZ’DAN BİR AY ÖNCE “SIFIRLAMA YASASIYLA” RAFA KALDIRILMIŞTI’

Neydi “sıfırlama yasası”?

Bütün Yargıtay ve Danıştay üyelerinin üyelikleri sona erdirildi ve HSK’nın yeniden üye seçeceği söylendi. Haziran 2016’da iktidar yüksek yargıda tasfiyeye gitti. Yani hukuk devleti, darbe girişiminden önce zaten rafa kaldırılmıştı. İktidar böylece kendisini rahatsız edecek kişileri yüksek yargıdan uzaklaştırdı ve kontrolündeki HSK, yüksek yargının yeni üyelerini belirledi. HSK, Yargıtay, Danıştay ve Anayasa Mahkemesi’nin üye yapısı iktidar tarafından oluşturulmuşken, onların altındaki yerel mahkemelerin nasıl hareket edeceğini varın siz düşünün. Yüksek yargıya giden bir dosya, iktidarı rahatsız edecek biçimde yerel mahkemelerin önüne dönmüyor zaten.

Siz neden istifa ettiniz?

Türkiye’de en çok soruşturulan, en çok yargılanan yargıç ve savcı konumuna gelmiştim. YARSAV’la ilgili her açıklama disiplin soruşturması, yargılama konusu oldu. Daha sonra Yargıçlar Sendikası’yla ilgili yaptığım işlemler de soruşturma konusu edildi. Adliyeye gittiğimde, duruşmaya çıkacağım zaman müfettişlerle karşı karşıya kaldım. Çalışacağım bir ortam kalmadı. Mobbing düzeyine varan uygulamalar sonrası yargıdan ayrılmak durumunda kaldım. Yaklaşık 13 yıl Yargıtay’da yargıçlık yaparken, herhangi bir disiplin cezası olmadan 2010 Anayasa değişikliği sonrası İstanbul’a gönderildim. Bir disiplin cezası verilerek Çankırı’ya gönderildim. Fakat iktidarın tacizleri devam etti. Hâlen de meslektaşlarıma yönelik tacizler sürdürülerek etki altına alınmadık yargıç ve savcı bırakılmamak isteniyor. Bakın ben, Zekeriya Öz’ün terfisini engellemekle bile suçlanmıştım! 2014’te, Gezi olaylarında yargılanan ilk yargıç oldum.

Neyden yargılandınız?

Tek suçum, Gezi olayları sırasında Ankara’da ilk kez olaysız bir günün gerçekleşmesini sağlamaktı.

Nasıl sağladınız bunu?

Ankara-Kennedy Caddesi’nde her akşam bir kitle toplanıyor ve polis de saldırıyordu. O dönemde polisin karşısına geçip saldırısını engellemekle suçlandım. Yargıçtım o zaman ve Yargıçlar Sendikası başkanlığı yapıyordum.

‘HRANT DİNK’İN YARGILANDIĞI DAVAYA TEPKİ GÖSTERDİĞİM İÇİN DİSİPLİN CEZASI ALDIM2

Zekeriya Öz’ün terfisiyle ilgili mesele neydi?

HSK’da bununla ilgili yapılan bir görüşme sonrası basını bilgilendirmekle, Zekeriya Öz’ün ne yapıp ettiğini, onunla ilgili hukuksal durumu aktarmakla suçlandım. Keza, Hrant Dink’in hedef haline getirildiği ve ceza aldığı yazıyla ilgili yargılama… Dink’le ilgili davaya Yargıtay’da ben bakmıştım. Dink’in bir suç işlemediğini, tamamen ifade özgürlüğünü kullandığını belirtmiştim. Bu görüşümü yazdıktan sonra basın mensuplarına o zaman YARSAV başkanı olarak “Türkiye neden bu tür davalara muhatap olmamalı” diyerek basına açıklama yapmıştım. Bu nedenle disiplin cezasına çarptırıldım. Hukukla ilgili toplumu aydınlatma konusundaki her adımım disiplin cezası olarak bana geri döndü.

Kamuoyunda ulusalcı, Kemalist bir yargıç olarak biliniyordunuz. Fikren karşı olduğunuz birinin dosyası önünüze geldiğinde, gerçekten ideolojinizden arınarak karar veriyor muydunuz?

Evet Atatürkçüyüm, Atatürk’ün ilke ve değerlerine sonuna kadar bağlıyım. Ama meslekten ayrıldığım zaman Nuriye Gülmen ve Semin Özakça davasında avukatlık yaptım. Keza Çankırı’da yargıçlık yaparken, açlık grevlerinin suç olamayacağına ilişkin Anayasa Mahkemesi’ne ilk başvuruyu ben yaptım.

‘YARGININ OLMAZSA OLMAZI DİK DURMAKTIR’

Hangi bağlamda bu başvuruyu yapmıştınız?

Cezaevinde PKK hükümlüleri, protesto amacıyla açlık grevine girmişti. İnsan Hakları Sözleşmesi’ne bakarsak, açlık grevinin bir insan hakkı olduğu ortada. Fakat Türkiye’deki mevzuatta, açlık grevine giden hükümlü disiplin cezası alıyordu. Cezaevinde çıkan yemeği kişinin ağzına zorla sokamazsınız. Yargıç olarak baktığım bir davada, bunun suç olamayacağını, dolayısıyla yasadaki bu düzenlemenin iptal edilmesi gerektiğini ifade ederek AYM’ye başvuruda bulundum. Hatırladığım kadarıyla AYM o başvurumu 9’da 6 oyla reddetmişti. Yine Yargıtay’da görev yaparken siyasi partilerle ilgili dosyaları ben inceliyordum. 2004 veya 2005 yılında HADEP genel başkanı Murat Bozlak Kürtçe siyasi propaganda yaptığı için hapis cezası almıştı. Peki Bozlak yanına tercüman alıp Türkçe konuşacak ve mitingde de konuşması Kürtçeye mi çevrilecek? O zaman bu siyasi propagandanın anlamı olabilir mi? Bunun suç olamayacağını daha 2004-2005 yılında Yargıtay Dairesi’ne yazan cumhuriyet savcısı benim. Nitekim sonradan yasadaki o hükümde cezai yaptırım kaldırıldı. Bizim açımızdan mesele, vereceğimiz kararların görüşümüze değil, hukuka uygun olup olmadığıdır. Aksi halde o makamda bulunmamanız lazım.

Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri Dunja Mijatovi, Osman Kavala örneğinde yaşananlara dikkat çekerek Türkiye yargısını siyasal müdahaleler karşısında dik durmaya ve yargı bağımsızlığına sahip çıkmaya çağırdı. Ortada dik duracak bir yargı var mı gerçekten?

Yargının olmazsa olmazı dik durmaktır. Yargıçlar iktidar karşısında eğilemezler. Eğer eğiliyorlarsa, bağımsız ve tarafsız bir yargı yoktur. Yargıyla ilgili özel günlerin, toplantıların artık Saray’da yapılıyor olması bile biatın, dik durmamanın kanıtı zaten. AİHM kararlarında “yargı bağımsız olmalı; yetmez, bağımsız da görünmeli” denir. Türkiye’de yüksek yargının nasıl oluşturulduğu, hakim-savcıların nasıl belirlendiği, ama aynı zamanda nasıl göründüğü ve ne tür kararlar verdiği de ortada.

‘ADALET BAKANLIĞI’NDAN GELEN YAZI, YARGIÇ VE SAVCILARIN DİZLERİNİ TİTRETİYOR’

Muhalefet, artık yargı kararlarının iktidar tarafından verildiğini söylüyor. Dahası, iktidar da bunu yalanlama konusunda çaba sarfetmek yerine, teyit edici bir tutum alıyor. Bunu nasıl izah ediyorsunuz?

Bakın, Anayasayı ihlal, yasama-yürütmeye karşı darbe teşebbüsü ve cumhurbaşkanına hakaret gibi suçlarda bir cumhurbaşkanının, bir yasama veya yürütme organının “katılan” sıfatı almaması gerekir. Geçmişte böyleydi. Ama şu an davalara gittiğimizde cumhurbaşkanının, TBMM’nin avukatları taraf olarak oturuyor. Bu da yetmiyor, her seferinde Adalet Bakanlığı’ndan “duruşmada ne oldu, sonucunu bana bildirin” yazıları geliyor. Bakanlıktan gelen bu yazılar, yargıç ve savcıların dizlerini titretiyor. Her duruşma zabıtları avukatlar tarafından köşke götürülüyor.

Artık köşk değil…

Doğru, Saray’a götürülüyor. Hiç taraf olamaması gereken bir kişi taraf haline geliyor; ve taraf talimat veriyor! Sanık açısından silahların eşitliği söz konusu değil ki! Bakın, Hrant Dink davasında birçok cephe, “burada Türklüğe hakaret var, biz de Türk’üz ve herkes bu davaya müdahil olabilir” diyerek dava kararını temyiz etmişlerdi. İyi de davaya bakan yargıç da Türk ise, bu davada nasıl görev alabilir, nasıl tarafsız olabilir diyerek, savcı olarak görüş yazmıştım.

Bu davada kimsenin “katılan” sıfatıyla yer alamayacağını, “katılan” adı altında verilen kararın hukuki sonuç doğuramayacağını söyleyerek, başvuruların reddine karar verilmesini istemiştim. Yargıtay da bir tek benim o görüşümü kabul etmişti. Aynı şey, Cumhurbaşkanına hakaret için de geçerli. Cumhurbaşkanı, cumhurbaşkanına hakaret davalarında taraf olamamalı. Taraf olduğu zaman, adil yargılama ortamı kendiliğinden ortadan kalkıyor. Genel olarak yargılamaların temeli, adil yargılamadan uzak.

‘AKP, III. MEŞRUTİYET’İ BİLE GEÇTİ, YARGIDA DEVRİM GEREKİYOR’

Sizce iktidar, yargı üzerindeki etkisini özellikle görünür mü kılmak istiyor?

Kurulduğu 14 Ocak 2001 tarihinden itibaren Yargıtay’da sicil ve soruşturmalarına bakan cumhuriyet savcısı olarak AKP’nin yargıya, demokratik örgütlere yaklaşımlarını izlediğim için, nereden nereye geldiğini de inceleme, analiz etme şansım oldu. Kuruldukları günden itibaren demokratik yapılardan hep tedirgin oldular ve geçmişteki iktidarlar gibi hareket ettiler. Fakat güç elde ettikçe, attıkları her adımda frenleri arkada bıraktıklarını gördükçe, kendilerini denetleyen, durduran bir yargı, bir basın kalmadıkça pervasızlık derinleşti. Şu anki dil, yargı üzerindeki etkilerini açıkça ilan etmeleri bundan kaynaklanıyor. Demokratik bir ülkede iktidarı parlamento sınırlandırabilir, bizde kalmadı.

Anayasa sınırlandırabilir, bizde etkisiz. Yargı sınırlandırabilir, bizde kalmadı. Basın, toplumu bilgilendirerek sınırlandırabilir, bizde kalmadı. Bir muhalefet partisi inanılmaz baskılarla karşılaşınca, sıradan yurttaşlar da başına gelecek olandan korkarak tamamen siniyor. Böyle bir ortamda iktidar, mutlakiyetçiliğin en derinini yaşatır tabii. AKP, III. Meşrutiyet’i bile geçmiştir.

Söyleşinin tamamı burada.