Mesut Onatlı / Demokrat Haber

Her şey geçmişlerden, III. Selimlerden, II. Mahmutlardan, Nizam-ı Cedidlerden başladı. Batı karşısında zayıflayan ve varlık gösteremeyen Osmanlı devleti batıya karşı dik durabilmek için çareyi batılılaşmakta bulmuştu. Batının ordusu gibi modern bir orduyla ancak ayakta kalınabilirdi. Batılılaşmaya da haliyle ordudan, askerden başlanacaktı.

E modernleşen ordu da Cumhuriyet dönemiyle beraber kültürel olarak da modernleşmek için halkı zorla batılılaştırmaya çalıştı. Kendisi “aydınlanmış”, halk “geri” kalmıştı. Hazır elinde silah da taşıyorken halka rağmen halk aydınlatılacaktı. Hedef “muasır medeniyetlerin seviyesine çıkmak”sa gerisi teferruattı. Varsın bir şapka için yüzlerce baş gitsindi.

Bakıldı ortada baş kalmayacak değişim azcık inceltilerek yapılmaya çalışıldı. Batı kültürü de verilecekti. Alan alacak almayana zorla verilecekti. Zoraki giyim kuşama zoraki klasik müzikler, operalar da eklendi. Halk müziği yeraltına indi. Arabesk yasaklandı. Balolarda paşalar eşleriyle rol model olmaya başladı. E zaten papyonla “allaaah” diye halaya kalkmak da, şalvarla operaya gitmek de “olmazdı”. Her şey uyumlu olmalıydı.

Ama gelin görün ki üzerinde deney yapılan capcanlı insandı ve yüzyıllarca devam etmiş olan bir kültürün çocuğuydu. Denek direniyor, deney tutmuyordu. Sakallı Celal’in aydınlar üzerine yaptığı tespit ("Türkiye'de aydın geçinenler Doğu'ya doğru seyreden bir geminin güvertesinde Batı yönünde koşturarak Batılılaştıklarını sanırlar.") halk nezdinde farklı şekilde vuku buluyordu. Gemi (devlet) batıya yol alıyor ama gemidekiler (halk) bu sefer gemide değil de gemiden atlayarak ve de boğulmadan doğuya kulaç atmak istiyordu. Kültürel olarak doğuya kulaç atan köylü 1950’lerde somut olarak da kentlere akmaya başladı. Köylü kentin çeperlerine yerleşti. Geçen zaman diliminde zoraki batılılaştırma bazı kesimlerce kabullenilmiş, üstüne bir de ayrıcalık olarak kabul edilmişti. Onlar batılı, kentli, aydın, ilerici, modern, elit, laik vatandaşlar idi. Devletin sahibi de onlardı çünkü devleti kuranlar onlardan öyle olmalarını istemişti. Diğerleri ise doğulu, köylü, pis, yobaz, gerici, ezik halk idi. Aman uzak dursunlardı. Hizmet etsinler başka ihsan istemezdi. İşte böylesi bir ortamda büyüyen batılı anne-babalar, arabeske “iğrenç ve geri”, arabesk dinleyene “vatan haini” diyen Fazıllar ile “onlar cumhuriyet çocuğu değil… Tesettürlü kadınlara Nişantaşı kafelerinde oturmaları emredildi… Atatürk’ün Nutuk’u benim için dünyaya inen son kitaptır… 2. raundu onlar aldı, 3. raunt bizim olacak” diyen Gülriz Sururiler gibi vatan kahramanları yetiştirdi. Halk da vatandaşın çeperinde kaldı. Arabesk dinleyerek kimi zaman kaderine boyun eğiyor kimi zaman da isyan ediyordu. Ama vatandaşa katılmıyordu. Zaten vatandaş da onu içine almıyordu.

Derken bu durum da 1980’lerle beraber değişmeye başladı. Uzun yıllar şehrin çeperlerinde kalan halkın bir kısmı da parayı bulunca elitizme merak salıyor, modernizmin nimetlerinden faydalanmak istiyordu. Tersi yönde kentin elitleri de halk mahallelerine nostalji turları düzenlemeye başlıyor, Tatlıses Lahmacunların kapısından çekinerek içeri girilmeye başlanıyordu. Gidiş gelişler karşılıklıydı. Bir taraf hep doğulu kalmış, batının nimetlerinden de faydalanmak istiyordu. Bir taraf da kendini zorlayarak batılılaşmaya çalışmış ama geçmişinden kopamamıştı. Vatandaş ile halk kendiliğinden karıştı. Ya da ekonomik gidişat bunu zorunlu kıldı.

Sonuçta koca İskender’in hep hayalini kurduğu doğu-batı sentezi bu topraklara nasip oldu. Yer yer silah zoruyla yer yer isteyerek. Ortaya karışık “halk-daş” çıktı. Ne eskisi gibi katı doğucu ne de katı batıcı idi. Melezdi işte. Bu yüzden İslam “light”laştı. Nur topu gibi the cemaatimiz doğdu. Siyaset “ak”laştı. Türban daha sıkı sarılınca etek boyları kısaldı. Acun fenomen oldu… Ve biz Müslümcü olduk.

Özünde Müslümcüydük zaten. Kimimiz kendimizi zorladık batılılaşmak için. Kimimiz gerçekten inandık, istedik. Ama özde “doğuluyduk”. Siyasi “devrim”, kültürel “darbe” idi aynı zamanda. O nedenle en “batılı” düğünlerimiz bile tangolarla başladı ama hep halaylarla bitti. O yüzden Avrupa Birliği’ne giriş sürecinde tercihimizi “kokoreç”ten yana yaptık. Ve için için arabesk dinlemek istedik. Ama işte utanıyorduk. O kadar aşağıladığımızı utanç duymadan dinlemeyi kendimize yediremedik. Biz Müslüm’e yaklaşamıyorduk. Çareyi onu kendimize yakınlaştırmakta bulduk. Müslüm’ü batı müziğine uyarlayarak çekinmeden dinleyebilecek hale getirdik. Hem moderndik hem de o hep arzuladığımız arabeski utanmadan dinleyebilirdik artık. Ölünce de hepimiz içten gözyaşı döktük.

Kültürel olarak bundan sonraki şekillenmenin yönünü şayet beklenmedik bir durum yaşanmazsa kestirmek güç değil. Zira batıya giden geminin yönü de doğuya çevrilmeye başlandı. Doğu yolunda gemi sağlam yol alsın diye “derin stratejiler” oluşturuyoruz bu ara. Gemi Suriye açıklarında su almaya başlasa da bu açık Kürtlerle kapatılmaya çalışılıyor. Kültürel anlamda da bu kez bir Kürt rüzgarı esecek gibi. Arabesk ise rayına oturacak. Tersi yönden, Kürtler ve özellikle Araplar için de batı etkisi daha açıktan hissedilecek. Fazıllar ve Gülrizler de ülkenin boks ringi olmadığını, hayatın da boks olmadığını er ya da geç anlayacaklardır. Anlamazlarsa bu maçta hiç şansları yok. “Ringi terk ederim” mızmızlanmalarına da hiç gerek yok.