Faruk BİLDİRİCİ/ Hürriyet

İşkenceler, idamlar, gözaltılar, kitap toplamalar ve insan hakları ihlalleriyle tarihe geçen 12 Eylül’ün mağdurlarından biri şair, yazar ve yayıncı Muzaffer Erdost. Kardeşi İlhan, askeri cezaevinde gözlerinin önünde dövülerek öldürüldü ama sorumlular layıkıyla yargılanmadı. O da katillere inat, kardeşinin de adını alıp Muzaffer İlhan Erdost oldu. Şimdi ikisi bir bedende, tek kimlikte yaşıyor...

12 Eylül’de kitaplar depoda birikmiş, satışlar düşmüştü. Basımevini tasfiye ediyorduk. Sıkıyönetim Komutanlığı tarafından basımevinin kapısı mühürlendi. Emniyette bana bir kâğıt gösterdiler. İlhan ile benim için sıkıyönetimden gönderilmiş bir yakalama emri. Kâğıdın altında el yazısıyla, “Delil bulunmadığı takdirde derin uygulama yapılması” diye yazıyor. Derin uygulama ne? “Ağır işkence yapın demektir” dedi komiser. “Biz gestapo değiliz, sırf eziyet olsun diye işkence yapmıyoruz, konuşturmak için yaparız” diye de açıkladı durumu. Üç-dört gün beni bırakmayınca İlhan da geldi. Bizi 5 Kasım 1980 günü sabahı sıkıyönetime götürdüler. Akşama kadar tuttular. Gece emniyete geri getirdiler. “Alın bunları siz öldürün” demek istiyorlardı. Üçüncü gün, akşam gözaltı kararı çıktı. Kararda, “Sahibi oldukları basımevinde çok sayıda yasak sol yayın bulundurmaktan..”  diyor. Kapatılmış bir basımeviydi, yasak yayın yoktu. Mamak 1 No’lu cezaevine götürüldük. Merdivenli odada kayıtlarımız yapıldı, saçlarımız kesildi. Bize sopayla dayak attılar. Erlerden biri kademeye telefon etti, “C Blok’a gidecek iki tutuklu var, büyük araç gönder. Küçük araç olmaz anlarsın ya!” dedi. Büyük araç istemelerinin nedeni ayakta dövebilmekti. Astsubay, “Analarını ağlatın” diyen yüzbaşının yanından dönünce dışarı çıkarıldık. Çantalarımızı ararken astsubay bize, “İçerisi sizin zehirlediklerinizle dolu. 10 yaşındaki çocukları zehirlediniz” dedi. Dört asker, bizi coplayıp tekmeleyerek araca bindirdi. Araç içinde ayağa kaldırıp dövmeye başladılar. Araç durunca aşağı indirip hazır ola geçirdiler. İlhan, “Küçük kızımı uyandırmadan geldim, bizi dövdürmeyin komutan!” dedi astsubaya. Ama o el işaretiyle bizi yeniden dövdürdü. Sonra koğuşun tel örgü kapısına doğru yürüttüler. İlhan burada da yüzükoyun kapaklandı. Şişmiş ellerimizi yanlara yapıştıramayınca yeniden dövüldük. Tel örgülerden avluya alındık. Arkamızdan koşup kapı boşluğunda yeniden dövdüler. Koğuşun kapısına doğru yürütülürken İlhan düştü, başını çiçek tarhlarına çarptı. Zorlukla doğruldu. Koğuşa aldılar bizi. İlhan pencereye doğru gitti. Dönerken, “Midem bulanıyor kusacağım” diye bağırdı. Yığıldı İlhan. Biri koştu, şekerli su getirdiler. Beni içerde bir yere koydular. Biraz sonra İlhan’ı, göğsü soyulmuş olarak iki kişinin kollarında ranzanın yanına getirdiler. Göz göze geldik. O anda dizinin üzerine çömeldi, öyle kaldı, kolları sarktı. “İlhan! İlhan!” dedim, ses vermedi. Yatağa yatırdılar. Biri “Nabzı durmuş” dedi. Üç kişilik bir ekip geldi, yatırıldığı battaniyenin üzerinde İlhan’ı alıp götürdü. Sonra beni boş bir koğuşa koydular. Bir hemşire ve sağlıkçı bir astsubay, zorla iğne yaptı bana. Onun etkisiyle uyumuşum. Ertesi sabah savcı ifademi aldı. “Ölü İlhan Erdost” dediler, kimliğini koydular masanın üzerine. Bir süre ifade veremedim, ağladım. Salı günü akşam geç vakit beni bıraktılar. Ertesi sabah GATA morgunda imam yıkarken buldum İlhan’ı. Hacıbayram Camii’nden Karşıyaka Mezarlığı’na götürdük. Orada bıraktım İlhan’ı. Onun adını almaya, öldürüldüğünü anladığım an karar vermiştim. O günden itibaren adım Muzaffer İlhan oldu. Yeni kitabevinin adını da ‘İlhanilhan’ koydum. Aynı isimde İlhan için yazılmış şiir, yazı, konuşmalardan oluşan bir kitap yayımladım.

KİMSE GÖRMEMİŞ DUYMAMIŞ

Yedi yıl sürdü yargılama. Cezaevi Komutanı Albay Raci Tetik, “Ben bellerinden aşağı birer çubuk vurun dedim, ileri gitmişler” dedi. Görevli olmayan, özel görevle bindirilen er Kısmet Çağlar’a sekiz yıl, diğer üç ere ve Astsubay Şükrü Bağ’a 10 yıl sekizer ay ceza verildi. Askeri Yargıtay, erlerin cezasını onadı, onlar yattı. Astsubay Şükrü Bağ’ın avukatları davanın yenilenmesi isteminde bulundu. Muhabere Okulu’ndan teknisyen astsubaylar, bindirildiğimiz Reo aracının dışarıya ses ve görüntü vermediği raporu verdi. Yani, dövüldüğümüzü görmemiş, dövülme seslerini de işitmemiş. Askeri Yargıtay 5. Daire, astsubayın yeniden yargılanmasına karar verdi. Askeri Yargıtay Başsavcılığı’ndan yüksek rütbeli bir savcı, Nevzat Helvacı ile bana tarihe yazdırılacak şu sözleri söyledi: “Askeri Başsavcılık olarak İlhan Erdost davasında elimizden geleni yaptık ama bu iş yukardan kotarıldı.” Yalnızca astsubayın kurtarılması değil, İlhan’ın öldürülmesi de yukardan kotarılmıştı. Astsubaya, bizim konduğumuz tutuklular bölümüyle muhafızlar bölümü arasındaki kapıyı kilitlemediği için görevi ihmalden, önce üç yıl, sonra altı ay ceza verildi.


İnsan Hakları Derneği’nin ilk adımında ben varım. Orada, ‘Bunu insan haklarıyla ilgili bir kuruluşa çevirmek daha doğru olur’ diye bir duruş sergiledim. Sabıka kaydım çıkınca kurucu olamadım. Sonra ısrar edilince Ankara Şube Başkanlığı’nı üstlendim. İHD üyesi arkadaşlara, “Hangi örgütten olursanız olun burada insan hakları savunucusu olun” dedim. Öyle olmadı. Nevzat Helvacı, İnsan Hakları Vakfı’nı
kurdu. Orada beni kurucu üye yapmışlardı. Sonra da Türkiye İnsan Hakları Kurumu’nu (TİHAK) kurduk. Şimdi oranın başkanıyım

KOMÜNİSTLİK

Lisedeyken adım çıktı

Lise ikinci sınıftayken Sivas’ta Ülke diye bir gazete vardı. Kemalettin Kamu ile ilgili iki gün süren bir çalışmam yayınlandı. Yücel’de genç şairler bölümünde şiirim yayınlandı. Fakülteye geldiğimde Seçilmiş Hikayeler dergisinde öykülerim, Ufuklar’da şiir ve yazım yayınlanıyordu. Cemil Sait Barlas’ın, Pazar Postası, sol eğilimli bir gazeteydi. Önce yazılar yazdım o gazeteye. Sonra orada çalıştım. Cemil Bey, gazeteyi İstanbul’a taşırken bizi Ulus’a aldırdı. Komünist olarak tanındığım için beni gazeteye değil de basımevine aldılar. Daha Çorum’da lisedeyken adım komüniste çıkmıştı. Askere giderken MİT’te ve poliste yeterince fişlenmiştim. MİT’teki fişlenmem de şu, Pazar Postası kapanınca bir ara Açık Oturum Yayınları diye bir yayınevi kurmuştum. Cezayir’de Fransız generallerin işkence yaptığı Henri Alleg’in ‘La Question’ kitabını yayınladım. O kitaptan dolayı fişlenmişim. 12 Eylül’de 1. Şube’ye alındığım zaman masanın üzerinde bir kâğıt yığını vardı. Komiser muavini üstünden bir kâğıt çekti, “Sen, fakültede yaptığınız etkinlikte okuduğun şiiri hatırlıyor musun” dedi, okudu o şiiri. Öğrenciliğimden beri takip edip toplamışlar her şeyi.

ŞİİR AKIMI

İkinci Yeni’nin isim babasıyım

İlhami Soysal, bir yazı yazmıştı. Artık Cahit Sıtkı’nın ‘35 Yaş’, Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın ‘Kızılırmak Kıyıları’ gibi şiirleri yazılmıyor, şiirimiz kötüleşiyor diye... Ben de, “Genç şairler o usta şairlerin şiirlerini sürdürmek istemiyor, kendi şiirlerini yazıyorlar. Yeni bir şiir geliyor” diye yazdım. Adını da ‘İkinci Yeni’ koymuştum. Sonra “İkinci Yeni şiir akımının isim babası” dediler bana.

“Goya’nın hayatıyla ilgili bir televizyon programı vardı. Fransızlar işgal etmiş İspanya’yı. Cumhuriyetçilere yönelik katliam yaşanıyor. Goya, kurşuna dizilecekler arasında oğlunu arıyor. Sonra
gelip kurşuna dizilenler tablosunu yapıyor. Oğlunu o resimle yaşatıyor. Ben de İlhan’ın öldürülüşünün resmini yaptım. İlkokuldan kalan resim bilgisiyle başladım. İlk sergimin 30’a yakın resmi de İlhan’ın öldürülüşüyle ilgiliydi.”


YAYINCILIK

Lenin’in ‘Ne Yapmalı’sından hüküm giydim

1965’te Sol Yayınları’nı kurdum.  İlk kitaplar arasında Lenin’in ‘Emperyalizm’i, Marx’ın ‘Ücret, Fiyat ve Kar’ı vardı. İlk kez Lenin ve Marx yayınlanıyordu Türkiye’de. İlk yargılanmam Mao’nun kitabı ‘Teori ve Pratik’ten oldu. Üç gün tutuklu kaldım, sonra da beraat ettim. Arkasından Stalin’in, ‘Marksizm ve Milli Mesele’sinden yargılandım, ondan da beraat verildi. İlk kez Lenin’in, ‘Ne Yapmalı’sından mahkûm oldum. O süreç içinde hukuki bakımdan sorun olabilecek metinlerde takma adlar kullandım. Milli Birlik Komitesi’nin çıkardığı 8 No’lu kanuna dayanarak altı kitap toplandı. Dördü benim kitaplardı. Danıştay’da dava açtık, daha karar çıkmadan savcılığın takipsizlik kararı geldi. Polis aldığı kitapları geri getirdi. İkide bir, ‘Ne Yapmalı?’ da yanlış çeviri olduğunu söylerler. O süreçte birçok şeyi can havliyle öğrendik. 1991’de 141-142 kalkınca o eski çeviriler yayınevinde üç-dört kere yeniden redaksiyondan geçti. Bütün yayınlar, 10 yıllık bir süreçte çevrildi ve yayınlandı. 1965 Kasım’ında yayına başladım. 12 Mart 1971’de içeri alındım. 1974’te genel aftan yararlanarak çıkmamdan sonra 80’e kadar yayın yaptık. 80’de zaten 12 Eylül oldu, kapımıza kilit vuruldu. Şimdi eski kitaplarımızı yeniden basıyoruz.

VETERİNERLİK

Sadece askerlikte yaptım

Çok zor okuttu babam beni. Artova’da bir bakkal dükkânı vardı. Tokat’ta okuyordum. Pansiyon paramı zor veriyordu. Sonra tamamen yoksullaştı, defineciliğe başladı. Evi de satmıştı. Sivas Lisesi’nde okudum, lisenin son sınıfında da Çorum’a gittim, oradan mezun oldum. O zaman burslu olan iki fakülte vardı, veterinerlik ile ziraat. Fen şubesinden yüksek dereceyle mezun olmuştum. Veteriner fakültesine kaydoldum, 100 lira burs parasını almıştım. Beş yıl fakülte... 1956 Kasım’ında mezun olunca gazeteciliği seçtim. Sadece yedek subayken Şemdinli’de yaptım veterinerliği.

12 MART

Toplam 45 yıllık mahkûmiyet

12 Mart’ta, İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı’nın 18 numaralı bildirisiyle beni de gözaltına alıp İstanbul’a götürdüler. Sansaryan Han’da bir hücreye koydular. Sol Yayınları sahibi olduğumu öğrenen polisler, beni bir odaya alıp meydan dayağı çekti; ellerim patladı, kan içinde kaldı. İfademi aldıktan sonra Davutpaşa Kışlası’na götürdüler. Yaşar Kemal, Muammer Aksoy, Doğan Avcıoğlu, Kemal Türkler, Kemal Sülker, Kemal Burkay ve 50’ye yakın yetkin insanla orada kaldık. Bir ay sonra yeniden Ankara’ya gönderdiler. 3.5 yıl tutuklu kaldım. Dev-Genç davasının 200 bilmem kaçıncı sanığı olmuştum. Askeri Mahkeme’den tutukluluğum kaldırılınca ‘Ne Yapmalı?’dan kesinleşmiş mahkûmiyetim vardı. Ankara Merkez Cezaevi’ne getirdiler beni. Beraat ettiğim bazı davalar bozulmuş, yeniden yargılanmış, mahkûm olmuştum. Yedi-sekiz davadan toplam 45 yılı geçen kesinleşmiş mahkûmiyetim vardı.

12 EYLÜL

Suç duyurusu hakkımı muhafaza ediyorum

Ben İlhan’ın davasında müdahil olmadım. Kendim için davacı olursam “Dövülmüşler, biri ölmüş” diyeceklerdi. Oysa öldürülme kastı ve emriyle dövülmüştük. Müdahil olmak tanıklığımı gölgeleyebilirdi. Bugün de kendim ve kardeşim İlhan için suç duyurusunda bulunma hakkımı muhafaza ediyorum. Ama hiçbir zaman yalnızca İlhan ve kendimle sınırlı bir suç duyurusunda bulunmayacağım. Laik cumhuriyetten dindar cumhuriyete anayasa zırhı içinde geçişi amaçlayan değişiklik için kullanıldı Anayasa’nın geçici 15. maddesi. 12 Eylül öncesi ve sonrası işkencelerin, öldürümlerin bütün olarak yargının süzgecinden geçirilmesi düşüncesindeyim. Çocuklarını, eşlerini, anne ve babalarını yitirmiş olan binlerce insan var bu ülkede. Bunların büyük bir kısmı hukuk alanında da olsa haklarını aramak olanağından yoksun insanlar. Bir başka nokta 12 Eylül öncesi ve sonrası olaylar, işkenceler, öldürümler, Kenan Evren’le ya da Milli Güvenlik Konseyi’nin karar ve tasarruflarıyla sınırlı değil. JUSMATT’tan Seferberlik Tetkik Kurulu’na, Özel Harp Dairesi’ne, bunların arkasında duran NATO’ya, Pentagon’a CIA ve Beyaz Saray’a uzanan bir süreç.

POLİTİKA

Partiye girmemek bilinçli bir tercihti

14 Mayıs 1950’de DP’nin büyük çoğunlukla kazandığı dönemde biz aile olarak CHP’liydik. Ama ben CHP’ye üye olmadım hiçbir zaman. Daha çok sol, sosyalist çevrelerle birlikteydim. Orhan Duru ve Cemal Süreya fakülte yıllarından yakın arkadaşlarımdı. Turgut Uyar, İlhan Berk, Tarık Dursun K. gibi birçok edebiyatçıyla iç içe gibiydik. Ceyhun Atuf Kansu’yu, Talip Apaydın’ı Turhal’dan tanıyorum. Ahmet Arif ve Cemal Süreya, Ulus’ta gece amirliği yaparken geceleri basımevine gelirlerdi. İşçi Partisi’ne de girmedim. Ama Mihri Belli’lerin çıkardığı Türk Solu’nda, M. Ali Aybar’ın yazılarını eleştirdiğim ve sonra kitap haline getirdiğim çalışmam yayımlandı. Yayıncılığa başladığımda şunu söyledim: “Marksist klasikleri yayınlıyorum, bunları bir partinin yayın organına dönüştürmem”. Benim için bilinçli bir tercihti partiye girmemek.