Rosa Luxemburg, 8, 9 ve 10 Ekim 1896 tarihinde Sächsische Arbeiter-Zeitung’da yayımlanan “Sosyal Demokrasi ve Türkiye’de Ulusal Mücadeleler” başlıklı yazısına şöyle başlıyordu: “Parti basınında Türkiye’deki gelişmeleri diplomatik entrikaların saf bir ürünü olarak temsil etme girişimlerine sıklıkla tanık oluyoruz (…). Bu pozisyonla alakalı çarpıcı olan şey, burjuva bakışından temelde herhangi bir farkı olmaması. Her iki durumda da büyük toplumsal fenomenlerin türlü türlü ‘ajanlara’, yani diplomatik büroların bilinçli eylemlerine indirgenmesiyle karşı karşıya kalıyoruz.  Burjuva siyasetçileri arasında bu türden bir perspektif elbette şaşırtıcı değildir: bu insanlar gerçekten bu alanda tarih yapar ve bu nedenle de en küçük diplomatik entrika dahi, kısa dönemli çıkarları açısından büyük bir pratik önemi haizdir. Ancak uluslararası olayları açıklamak ve her şeyden evvel kamusal hayattaki fenomenleri dipteki maddi nedenlere bağlamakla ilgili olan sosyal demokrasi için, bu tür bir siyaset bütünüyle beyhudedir. Tersine, sosyal demokrasi, iç siyasette olduğu gibi dış siyasette de aynı bakış açısına dayanan, yani konu edinilen fenomenin içsel toplumsal koşulları ve genel prensiplerimiz tarafından belirlenen kendi tutumunu geliştirmelidir.”

Yüz küsur yıl sonra “Ortadoğu” denen coğrafyaya bizim “parti basınımızın”, yani sol matbuat (ve elbet sosyal medya) aleminin yaklaşımı geneli itibariyle çok da farklı değil. Entrikalar, diplomatik ayak oyunları ve (en meşhuru BOP olmak üzere) bir dizi emperyalist tasarım, “bölgedeki” gelişmeleri tarifler ve açıklamaya çalışırken kullandığımız en popüler fikri alet edevattan. Bu parametreyi, yani çatışan jeostratejik çıkarlar alanını elbette dikkate almalıyız; bunda bir sorun yok. Ancak Rosa’nın hatırlattığı üzere bu alana sıkışmak ve karşı karşıya kaldığımız fenomenlerin “dipteki maddi nedenlerini” ya da “içsel toplumsal koşullarını” değerlendirme dışı tutmak sıkça içine düştüğümüz ve bizi “burjuva siyasetçilerinden” farksız kılan bir hata.

IŞİD’in (yeni adıyla İslam Devleti’nin) yükselişi karşısında son dönemde yazılıp çizilenleri bir düşünelim. Bu denli ciddi bir tehdit karşısında, Türkiye, Suudi Krallığı ya da Katar gibi bölge devletlerinin IŞİD’in gelişimindeki sorumluluğuna dair doğru-yanlış yazılanlar dışında (önemli istisnalar hariç) pek bir şey yok. “İstisnalar” ise maalesef gereken etki ve yaygınlığa sahip olamıyor. Mezhepçi şiddetin bölge güçlerince kışkırtılması (hele hele Türkiye’de yaşayan bizler için), kuşkusuz çok kritik ve üzerinde muhakkak durulması gereken bir başlık. Ancak bölge devletlerinin şu ya da bu biçimde IŞİD’le kurmuş oldukları ilişkiler onun yükselişinde sadece bir parametreden ibaret ve bunun tek başına bu örgütün nasıl olup da bunca güç kazandığı hakkında bir açıklayıcılığı yok. IŞİD’in Suriye’de ve özellikle de Irak’ta nasıl toplumsal taban bulabildiği, küresel cihadi ağlarda merkezi bir konum edinerek nasıl bir uluslararası cazibe merkezi haline gelebildiği gibi sorulara ancak kısmen yanıt oluşturabilecek bir faktör yani.

Bazı basit sorulara yanıt aramalıyız. IŞİD saflarında savaşanlar kim, örgüt nasıl oluyor da bu kadar etkili askeri operasyonlar yürütebiliyor? Manchester’da yaşayan 16 yaşındaki ikiz Boşnak kadını neden ve hangi saiklerle Suriye’ye IŞİD saflarına katılmaya kaçar? Musul’da muzaffer IŞİD güçlerini sevinçle karşılayan kimlerdir? Suriye’deki popüler halk hareketinde mezhepçilik nasıl yaygınlaştı, selefi-cihadi akımlar nasıl oldu da bunca etki kazanabildi? Irak’ta mezhepçi şiddetin kökenini nerede aramak gerek? Irak’ta Sünni toplumunun ciddi bir bölümü nezdinde IŞİD’i cazip kılan faktörler ne? Bu gibi soruların yanıtlarını aramaz isek IŞİD’in oluşturduğu ve muhtemelen sandığımızdan büyük tehlikeyi idrak etmek de onunla mücadele etmek de güçleşir.

IŞİD’i akıl dışı bir barbarlık şebekesinden, “ortaçağ karanlığına” geri dönüşü özleyen bir meczuplar kumpanyasından ibaret gören popüler yaklaşım, çıkardığı bütün gürültüye karşın esas itibariyle tehlikenin küçümsenmesine neden oluyor. Oysa IŞİD, elindeki mali kaynakları modern bir mafya örgütünün bütün maharetiyle değerlendiren, etkili sosyal medya kampanyaları yürütebilen, yayınlarında açık bir biçimde askeri stratejisini tartışan oldukça “modern” ve “rasyonel” bir örgütlenme. Nazilerin de aynı sıfatları hak ettiğini düşünürsek, “modern” ve “rasyonelin” bu durumda birer iltifat olmadığı herhalde açıktır.

IŞİD kontrol ettiği topraklardaki ahaliyi terörize etme amaçlı vahşete başvuruyor; bu hepimizin malumu. Ancak aynı zamanda “halifelik” gibi ütopik / kurtuluşçu bir çağrıda da bulunuyor ve biz ne kadar ciddiye almasak da bu çağrının belli bir karşılığı var. Yani popüler siyasal imgelemde ya da siyasal-sosyal fantezi dünyasında yankı bulabiliyor. Hele hele Irak ve Suriye gibi toplumsal norm, kurum ve ilişkilerin lime lime olduğu, şiddetin toplumsal dokuyu iyiden iyiye tahrip edip kolektif bir gaddarlaşmaya neden olduğu ülkelerde.

IŞİD’in yükselişi, Arap ayaklanma ve halk hareketlerinin doğurduğu eşitlikçi ve özgürlükçü umutları ayaklar altına alan karşıdevrimci kuşatmanın bir parçası. Devrimci-popüler güçlerin baskın çıkamadığı koşullarda, 2011’den itibaren gelişen ayaklanmaların kışkırttığı siyasal ve sosyal türbülans, mezhepçi ya da etnik şiddeti kışkırtan bir umutsuzluğu ve yozlaşmayı tetikliyor.  IŞİD’in (ve benzer yapılanmaların) Irak ve Suriye’de şu ya da bu oranda da olsa belli bir kitle seferberliği gücüne kavuşmasını, işte bu umutsuzluğu yaratan koşullar tartışmasından ayrı düşünemeyiz. Dolayısıyla Irak’ı mezhebi bir mezbahaya çeviren emperyalist müdahalecilik siyasetini, bölgesel nüfuz mücadelelerinde mezhep kartını arsızca kullanan bölge güçlerini (bkz. Türkiye), seküler muhalefeti acımasızca bastırarak siyasetin dinselleşmesinin önünü açan otoriter rejimleri, kalkınmacılığın ve sosyal devlet uygulamalarının tasfiye edilerek toplumu bir arada tutan dayanışma ağlarının parçalanması politikalarını bir bütün olarak hedef tahtasına oturtmak gerek. Aksi, “hastalığın” kendisiyle değil de sadece onun semptomlarından biriyle cebelleşmek anlamına gelir. IŞİD ve türevleriyle mücadelenin “anahtarı”, tam da bu anlamda soyut bir sekülarizm vurgusu ya da küresel veya bölgesel güçlerin kuracağı bir IŞİD karşıtı “cephe” falan değil. “Bölgede” şimdilik kaydıyla akamete uğramış toplumsal kabarış yeniden ve yeni bir dalga halini almadan, ayaklanmaların hürriyet ve ekmek talebi yeni bir güç kazanmadan IŞİD’in olası bir yenilgisi ancak geçici olacak, IŞİD’in temsil ettiği karanlık gerçek bir tehdit olarak kalmaya devam edecektir.

Bir konuda net olalım. IŞİD yaşadığımız çağın bir anomalisi, bir sapması falan değil. Antonio Gramsci, iki cihan savaşı arasında hapisten, “Eski dünya ölüyor, yeni dünya doğmak için mücadele ediyor: Şimdi canavarlar zamanı” diye yazıyordu faşizmi (ve muhtemelen Stalinizmi de) kastederek. Yeni bir “canavarlar zamanı”nın kıyısında olduğumuz açık. Ekolojik krizle bütünleşen kapitalist kriz ve uluslararası sistemdeki hegemonya bunalımı, siyasal ve sosyal kutuplaşmayı tetikleyen muazzam bir küresel dalgalanmaya yol açıyor. Bir yanda bizim de Gezi’yle parçası olduğumuz devasa popüler hareketlenme ve ayaklanmalar, diğer yandaysa yaygın bir otoriterleşme dalgası, aşırı sağın, faşist ve reaksiyoner akımların güç kazanması. Eski dünya muazzam bir krizle karşı karşıyayken yeni bir dünyayı doğuracak güçler oldukça cılız (sermaye güçlü değil; güçsüz olan biziz). Bu koşullarda devir, IŞİD misali “canavarların” devri oluyor. Ne zaman ne de tarih bizim safımızda yani. “Eskinin” ve özellikle de şimdiki canavarlar zamanının defterini dürmedikçe de olmayacak…

Not: IŞİD’in karşısında tam da “bölgeyi” sarsan devrimci sürecin bir uzantısı sayılması gereken Rojava’nın duruyor olması bir tesadüf değil. Faşizmin olduğu gibi, IŞİD’in de (yani yenisiyle eskisiyle bütün “canavarlar zamanlarının”) gerçek alternatifinin devrim olduğu açık çünkü. (BA)

Foti Benlisoy'un bu yazısı http://baslangicdergi.org/ adresinden alınmıştır.