Önce bir hususta anlaşalım: IŞİD, iplerini ABD’nin (ya da mesela Türkiye’nin) tuttuğu ve Geppetto ya da (çok daha doğru bir benzetmeyle) Frankenstein misali yoktan var ettiği bir kukla değil. IŞİD’in onun bunun pis işlerini gören bir “taşerondan” ibaret olduğu görüşü, onu yaratanın bu kuklanın ipini istediği zaman çekebileceği, IŞİD belasının da böylece “yukarıdan” def edilebileceği şeklinde bir yanılsamaya yol açarak içimizi rahatlatıyor muhtemelen. Oysa işimiz (maalesef) çok daha zor.

IŞİD’i nevi şahsına münhasır bir faşizm varyantı olarak düşünmenin onunla mücadele etmek açısından yararlı olabileceği hususunu daha önce ifade etmeye çalışmıştım. Gerçekten, faşizm nasıl “küçük burjuvazinin karşı devrimci umutsuzluğunu” harekete geçiren bir kitle hareketiyse IŞİD’i de bu anlamda, alttakilerin karşı devrimci seferberliği, kendi çıkarlarına karşı örgütlenmesi olarak tanımlamak mümkün. (Bu hususta http://fotibenlisoy.tumblr.com/post/92422527449/isid-fasizm-ve-devrim)

Ancak faşizm tanımlaması pekâlâ yanıltıcı da olabilir. Zira bizde faşist hareketin sermayenin elinde bir kukla, basit bir alet, bir piyon olduğu görüşü yaygındır. Patronların parayla tuttuğu katil sürüsü olarak faşist çeteler imgesi oldukça popülerdir. Oysa sermayeyle faşist hareket arasındaki ilişki böyle tek yönlü bir kullanma ilişkisinin ima ettiği basitlikte değildir. Yani faşizm, basitçe sermayenin “en gerici, en şoven, en saldırgan, en yayılmacı” fraksiyonunun elinde bir oyuncak olmaktan daha fazlasını ifade eder. Faşist akımların çoğu kendilerini kapitalizmle sosyalizm arasında bir üçüncü yol olarak tarif ederler, demagojik de olsa radikal bir dil kullanarak kendilerini bir biçimde “sistem dışı” ya da “devrimci” olarak tarif ederler. Faşizmin radikal bir kitle hareketi olarak sermayeden bu “görece” özerkliği, onun siyasal alana neticede sermaye lehine olacak müdahalesini daha radikal ve şiddetli kılar.

Uzatmayalım. IŞİD de faşist hareketler misali (moda deyimle) kendi (görece) bağımsız “ajandasına” sahip olan ve aynı zamanda (biz istesek de istemesek de) belli bir toplumsal tabanın öfke, umut ve tepkilerine hitap eden bir yapılanma. Basitçe kullanıp atılacak bir örgüt değil. Siyasal olduğu kadar sosyal bir gerçeklik. Dolayısıyla IŞİD’in arkasında hangi karanlık ve “derin” ilişkilerin bulunduğunu teşhir etmenin “tek başına” siyasal kıymeti az. İzah etmeye çalışayım: 1970’lerin sonuna gidip ABD’nin Afganistan’da hangi haltları karıştırarak küresel cihat hareketinin oluşumunu nasıl tetiklediğini elbette hatırlatmalıyız. ABD’nin Irak işgalinin nasıl bir insani yıkıma ve mezhep kavgasına yol açtığını unutmamalı, unutturmamalıyız. Körfez ülkelerinin ve (tersinden İran’ın) Suriye’deki mezhebi gerilimleri nasıl kışkırttığını elbette teşhir etmeliyiz. Daha da önemlisi, Türkiye’nin IŞİD’in (ve genel olarak Suriye’deki mezhepçi şiddetin) gelişimindeki rolünü en üst perdeden ortaya koymaya çalışmalıyız. Ancak tüm bunlar (tekrar edeyim), “tek başına” yeterli değil.

Yanlış anlaşılmak kaygısıyla vurgulamak gerek belki: Türkiye’nin özellikle Rojava’ya pes ettirmek için IŞİD ve benzeri güçlerle nasıl bir karanlık alış veriş içerisinde olduğuna dair son dönemde bir hayli şey söylendi, yazıldı. Bunlardan bazısı abartılı da olabilir. Ancak IŞİD’in Türkiye’yi bir ikmal ve “rekreasyon alanı” olarak kullandığı, daha da vahimi en tepeden buna (Rojava’yı, hatta Bağdat yönetimini sıkıştırmak gibi saiklerle) hiç değilse göz yumulduğu artık açık. IŞİD’in petrol kaçakçılığı yoluyla Türkiye üzerinden önemli ölçüde gelir elde ettiği de artık hemen herkesin dilinde. Bu hususları gündemde tutmak, bu konudaki bilgilerin kamuoyunun önüne getirilmesine çalışmak elbette kritik bir görev. Ancak bu, kabul edelim, IŞİD’i mağlup etmeye yetecek bir şey değil.

IŞİD’in iki cephede yenilmesi şart. Biri elbette askeri cephe. Kastettiğim Amerika’nın insansız –insanlı hava saldırıları değil. IŞİD aslında ABD’nin askeri reaksiyonunu üzerine çekmek için elinden geleni yapıyor. “Küresel hegemon güç” ABD ile çatışma halinde olan “Hilafet” görüntüsünün (ABD saldırıları hangi askeri sıkıntılara yol açarsa açsın) onun uluslararası profilini nasıl parlatacağını görüyor. IŞİD (Amerikan gücünün “göreli” bir gerileyiş içerisinde olduğu ve örneğin kapsamlı bir kara harekatına iştahının bulunmadığı koşullarda) ABD’nin uluslararası bir koalisyonla üzerine “çullanmasının” kendisini küresel cihat hareketinin merkezi, asli cazibe merkezi kılacağını bal gibi biliyor. (Kimilerinin gözünden kaçmış olabilir, geçenlerde Arap Yarımadası ve Mağrip El Kaideleri, aralarındaki örgütsel sorunlara karşın IŞİD’e ABD karşısında destek çağrısı yaptı.) Dünyanın efendisi “haçlılar” ile doğrudan çatışma içerisindeki “İslami Devlet” imajı neticede IŞİD’e yarıyor; IŞİD kendi propaganda savaşını kazanıyor.

Dolayısıyla IŞİD ABD’ye karşı askeri planda yenilmekten korkmuyor. Ona karşı kısmi bir gerileme ya da mağlubiyetin dahi dönüp dolaşıp ona yarayacağını biliyor. IŞİD’in korkusu havada değil karada yenilmek, ABD’ye değil de “sahadaki” güçlerden biri karşısında yenilmek. Uzatmak pahasına faşizme kısaca geri dönüp bir parantez açalım. Hitler Kavgam’da sokağı ele geçirmenin, sokakta hakimiyet kurmanın Nazizim için moral değerini ballandıra ballandıra anlatır. Bu arada, sokaklara bütünüyle hâkim olmadan, güçlerini tamamen toplamadan sokakta uğranacak bir yenilginin muzaffer Nazizm halesini dağıtacağına dair endişelerini de aktarır. “Yenilmezlik miti”, tüm güçleri sindirmeye, bastırmaya muktedir tek güç olma havası, faşizm için temel önemdedir. IŞİD için de aynı şey geçerli. IŞİD “yenilmez” ya da “durdurulamaz” olduğu mitiyle gelişiyor, “IŞİD kültü” böyle güçleniyor. Nazi blitzkrieg’ini (yıldırım savaşını) andıran saldırılarıyla bu miti ayakta tutuyor. Korku kadar güce, mutlak ve yenilmez gücün yarattığı o amansız cazibeye yaslanıyor.

İşte faşizmi sokakta mağlup etmek ne kadar önemliyse IŞİD’i de “sahada” askeri olarak geriletmek, bu “yenilmezlik” havasınının getirdiği moral üstünlüğü onun elinden almak o kadar kritik. Kobanê direnişi, YPG güçlerinin mücadelesi o nedenle hepimiz için temel önemde. YPG Suriye’de sayısı bol milis yapılanmalarından biri değil sadece. O IŞİD’e karşı yalnızca askeri değil, aynı zamanda ideolojik-politik düzeyde de bir meydan okuma. Rojava’nın Suriye genelindeki dinselleşme-mezhebileşme dinamiğinden bağımsız kalabilmesinin nedeni, Kürtlerin genetik olarak daha seküler olması filan değil elbette. Rojava’daki siyasal deneyin, yaşanan yıkım karşısında insanlara umut verebilmesi, (eksiği gediği ne olursa olsun) alternatif bir siyasal-toplumsal gelecek seçeneğini somut olarak sunabilmesi. Kobanê’nin, YPG’nin yenilmesi bu seçeneğin de mağlup olması, IŞİD’in ideolojik-politik planda ölümcül bir rakibini devre dışı bırakması demek.Dolayısıyla YPG’nin IŞİD’e indirdiği her askeri darbe (ABD’nin indirdiklerinin tersine) ona vurulmuş moral-politik bir darbe aynı zamanda; onun o üstüne titrediği “yenilmezlik” aurasını elinden alan bir darbe. O yüzden Kobanê ile gücümüz oranında dayanışmak hepimizin görevi.

Ancak askeri yenilginin bir ikinci “cephede” gerçekleşecek bir mücadeleyle tamamlanması, IŞİD’in ideolojik-politik planda da mağlup edilmesi şart. IŞİD’i Ortaçağ’dan kopup gelmiş bir barbarlar sürüsünden ibaret sayan yaygın görüş nezdinde bu ideolojik-politik mücadele vurgusu abes kaçacaktır elbette. Bu “meczupların” ideolojisi olur mu deyip geçiştirenler muhakkak çok olacaktır. Oysa barbar deyip geçmek kolay. IŞİD’in taraftar kazanmak, özellikle de Müslüman toplumlarının sempatisini kazanmak için dünya ölçeğinde nasıl sofistike bir sosyal medya kampanyası yürüttüğünü  es geçmeyelim mesela. IŞİD son olarak ABD’yi hedef alan ve Hollywood tarzı aksiyon sahneleriyle dolu bir bir “trailer” bile yayımladı örneğin. Çoğumuz önemsemese de örgütün çok dilli yayınları ve chat room gibi sosyal medya araçlarını büyük bir yetkinlikle kullandığı bir ajitasyon-propaganda aygıtı var.

Söz konusu aygıt, dünyaya  “İslam Devletinin” onlara zulmedenler karşısında tüm Müslümanların öncü intikam ve mücadele gücü olduğu temasını yayıyor. IŞİD, Müslümanların bütün dünyada saldırı ve zulüm altında olduğunu, saldırıya saldırıyla, zulme zulümle, savaşa savaşla cevap verilmesi gerektiğini söylüyor. Dünyanın dört bir tarafından (ve Türkiye’den) evini barkını terkedip bu cinai örgüte katılanlar işte bu motivasyonla seferber oluyor. Almanya’dan ya da Fransa’dan çıkıp IŞİD’e kaçan ikinci ya da üçüncü kuşak göçmen mesela, Batı’da uğradığı sosyal ve kültürel aşağılanmaya cevap olarak IŞİD’e katılıyor. Suriye’de ya da Irak’ta yaşanan insani felaketlerin yol açtığı kolektif gaddarlaşma içerisinde kimileri, IŞİD’i katı da olsa yeni bir “düzen” olarak görüp, kabul edebiliyor.

İşte IŞİD’e bu “cephede” de yanıt vermek, onun sözde “radikal” demagojisinin altını oymak, onun güya “sistem karşıtlığının” cilasını dökmek şart. Onun bu “zulme karşı zulüm, savaşa karşı savaş” söyleminin bir yalandan ibaret olduğunu, yeni felaketlere yol açtığını ortaya koyarak sömürü ve tahakküme karşı mücadelenin “başka” yollarını fiilen göstermek gerek. Bu elbette hiç kolay bir şey değil. “Küçük” adımlar atabiliriz ama. Bu topraklarda uzunca bir süre kalmaya mahkûm edildikleri aşikâr olan Suriyeli mültecilerle dayanışabilir, onları mezhepçi yardım  kuruluşlarının eline bırakmayarak bir dayanışma ve barış köprüsü oluşturabiliriz mesela. Emperyalist müdahaleciliğe de bölge güçlerinin jeostratejik hesaplarına da otoriter rejimlerin baskısına da karşı duran, mezhepçi şiddete karşı bölgesel bir barış hareketi yaratmayı önümüze koyabiliriz. Göçmenleri ya da Kürtleri hedef alan ırkçılık biçimlerine ve bizde AKP hükümetinin baş faili olduğu mezhepçi söylemlere karşı eş zamanlı mücadeleyle mezhepçi-etnik gerilim dalgasına karşı bu topraklarda bir barikat kurmak zaten esas görevlerimizden olmalı. Yapacak çok şey, az güç ve az zaman var…

Ancak bir şeyi yapmamalıyız. IŞİD karşısında ABD’den ya da Esad’dan, yani dolaylı olarak da olsa IŞİD’e sebep olan güçlerden IŞİD karşısında medet ummaktan imtina etmeliyiz. IŞİD kendisine karşı bütün zalimlerin bir olduğu mavalını satıyorsa, IŞİD zulmü karşısında başka zalimleri ehven-i şer görmek, tam da onun bu demagojisine su taşımak anlamına gelecektir. Faşizm örneğine geri dönersek Hitler karşısında Hindenburg’a sığınmak, faşist barbarlığa karşı “eski dünyanın” egemenlerinden hayır beklemek, nazizme teslimiyetin tescilli bir yolu olmuştur daima. IŞİD üzerine bir başka yazıda, Gramsci’nin faşizmi kastederek sarfettiği “eski dünya ölüyor, yeni dünya doğmak için mücadele ediyor: Şimdi canavarlar zamanı” ifadesini hatırlatmıştım. Ortalığın Altın Şafak’tan IŞİD’e türlü “Frankenstein” örnekleriyle dolması tesadüf değil. “Eski dünya”, şu son yılların küresel isyan dalgası karşısına (sonradan kontrol edemeyeceğini bilse de) canavarları çıkartmakta tereddüt etmiyor. İşte bizim de bu canavarlarla mücadele ederken (onların doğrudan ya da dolaylı müsebbibi olan) eski dünyayla özdeşleşmemiz ciddi bir hata olacaktır.

IŞİD’in yükselişi, Arap ayaklanma ve halk hareketlerinin doğurduğu eşitlikçi ve özgürlükçü umutları ayaklar altına alan karşıdevrimci kuşatmanın bir parçası. Devrimci-popüler güçlerin baskın çıkamadığı koşullarda, 2011’den itibaren gelişen ayaklanmaların kışkırttığı siyasal ve sosyal türbülans, mezhepçi ya da etnik şiddeti kışkırtan bir umutsuzluğu ve yozlaşmayı tetikliyor. (Irak’ta 2011 ve 2012 yıllarındaki büyük demokratik gösterilerin Bağdat hükümetince bastırılması mesela, IŞİD’in önünü açan temel faktörlerden.) IŞİD’in ve benzeri yapılanmaların Irak ve Suriye’de şu ya da bu oranda da olsa belli bir kitle seferberliği gücüne kavuşmasını, işte bu umutsuzluğu yaratan koşullar tartışmasından ayrı düşünemeyiz. Dolayısıyla Irak’ı mezhebi bir mezbahaya çeviren emperyalist müdahalecilik siyasetini, bölgesel nüfuz mücadelelerinde mezhep kartını arsızca kullanan bölge güçlerini (bkz. Türkiye), seküler muhalefeti acımasızca bastırarak siyasetin dinselleşmesinin önünü açan otoriter rejimleri (bkz. Esad), kalkınmacılığın ve sosyal devlet uygulamalarının tasfiye edilerek toplumu bir arada tutan dayanışma ağlarının parçalanması politikalarını bir bütün olarak hedef tahtasına oturtmak gerek. Aksi, “hastalığın” kendisiyle değil de sadece onun semptomlarından biriyle cebelleşmek anlamına gelir. IŞİD ve türevleriyle mücadelenin “anahtarı”, tam da bu anlamda soyut bir sekülarizm vurgusu ya da küresel veya bölgesel güçlerin kuracağı bir IŞİD karşıtı “cephe” falan değil. “Bölgede” şimdilik kaydıyla akamete uğramış toplumsal kabarış yeniden ve yeni bir dalga halini almadan, ayaklanmaların hürriyet ve ekmek talebi yeni bir güç kazanmadan IŞİD’in olası bir yenilgisi ancak geçici olacak, IŞİD’in temsil ettiği karanlık gerçek bir tehdit olarak kalmaya devam edecektir.

İdeolojik-politik planda başarı, ancak karşı karşıya olduğumuz bu yeni “fundamentalizmler - barbarlıklar çatışmasına” karşı böylesi topyekûn bir karşı saldırıyla mümkün. Kolay değil elbette. Ancak kimse bu canavarlar çağında kısmi, kolay ve ucuz zaferler beklemesin. Biz önce Kobanê için, Kobanê’nin düşmemesi için seferber olalım, önce en kritik olan noktadan başlayalım…

Bu yazıyı Foti Benlisoy'un blogundan aldık. Gitmek için tıklayınız.