IŞİD (ya da yeni adıyla “İslam Devleti”) özellikle sol muhitlerde sıklıkla “faşist” yahut “İslamofaşist” sıfatıyla birlikte anılıyor. IŞİD’in caniyane performansı düşünüldüğünde hiç de haksız bir adlandırma sayılamaz elbette. Aslında “İslamofaşizm” Amerikan sağında Hizbullah, Hamas ve benzeri hareketler için sıklıkla kullanılan ve genelde ABD askeri müdahaleciliğinin (“teröre karşı savaş” söyleminin) meşrulaştırılmasında gündeme gelen bir tabir. Avrupa aşırı sağında ise aynı tabir, genel olarak İslam dinini, bazen de göçmenleri yaftalamak için kullanılabiliyor. Dolayısıyla “İslamofaşizm” tabirini kullanırken temkinli olmakta yarar var.

Ancak hem Türkiye hem de “Ortadoğu” solunda da siyasal İslamın bir tür “faşizm” olduğu kanaati bir hayli yaygın. Oysa İslam referanslı siyasal akımların “genel olarak” bir tür faşizm sayılması gerektiğine dair kanaat, son olarak Mısır’da Müslüman Kardeşlerin yıkılması sürecinde olduğu üzere, solu ciddi stratejik yanlışlara sürükleyen bir tutum. Zaten tek bir “siyasal İslam” ya da “İslamcılık” da yok. Bunu hatırlatmaya dahi gerek olmamalı aslında. Lübnan Hizbullah’ına da Taliban’a da “İslamcı” etiketini yapıştırınca işin içinden çıkmış olmuyor, tam tersine elmalarla armutları karıştırmış oluyoruz. Birbirinden dünyalar kadar farklı siyasal yönelimleri, sınıfsal-sosyal karakterleri, farklı tarihsel birikimleri olan İslamcılıklar var. Kısacası tek ve homojen bir siyasal İslam olmadığına göre, İslami referanslı siyasal hareketlerin bütününü “faşist” ya da başka siyasal belirlemeler aracılığıyla tanımlamak da mümkün değil.

Peki ya IŞİD? Bu cinai yapılanma, “İslamofaşizm” etiketini hak etmiyor mu? IŞİD’in kitlesel infazları Einsatzgruppen’in (2. Dünya Savaşı’nda SS yönetimindeki özel birlikler) Doğu Avrupa’daki kıyımlarını andırmıyor mu? Siyahlara bürünmüş IŞİD militanlarını taşıyan Toyota kamyonetlerini gösteren fotoğraflar, işçi semtlerine baskına giden İtalyan “kara gömleklilerini” taşıyan Fiat BL 18 model kamyonların görüntüsünü andırmıyor mu?

Aslında baskı ve tahakkümün olduğu her yerde bir tür faşizm tespit eden “pan-faşizm” anlayışı ne kadar sorunluysa, faşizmi bir metafor olarak kullanmak, zihnimizin bir yanında faşizmi önümüzde duran olası bir felaket olarak daima tutmak da siyaseten o kadar faydalı. Ancak metafor metanomiye, yani mecaz-ı mürsele dönüştüğünde sorunlarla karşı karşıya kalabilir, IŞİD tipi faşizme karşı ABD drone’larından medet umar hale gelebiliriz. Bu uyarıya karşın, IŞİD’i tartışırken faşizm metaforundan istifade etmek, onu faşizmin nevi şahsına münhasır bir varyantı olarak ele almak pekâlâ mümkün.

Clara Zetkin, zamanında, Mussolini faşizminin devrimi gerçekleştiremeyen İtalyan işçi sınıfına kesilmiş bir ceza olduğunu söylemişti. Gerçekten, Walter Benjamin’in hatırlattığı gibi, her faşizm yenilgiye ya da akamete uğramış bir devrimci sürecin külleri üzerinde gündeme gelir. İşte IŞİD de tıpkı faşizm misali, Arap ayaklanmaları sürecinde yaşanan genel geri çekilişin (Mısır’ı düşünelim mesela) ve özellikle de Suriye’deki popüler ayaklanmanın mezhepçi bir iç savaş haline gelerek çürümesinin bir sonucu. Faşizm nasıl “küçük burjuvazinin karşı devrimci umutsuzluğunu” harekete geçiren bir kitle hareketiyse IŞİD’i de bu anlamda, alttakilerin karşı devrimci seferberliği, kendi çıkarlarına karşı örgütlenmesi olarak tanımlamak mümkün. IŞİD’in son dönemdeki askeri başarılarını mümkün kılan toplumsal desteği bu terimler dahilinde tartışmak yararlı olabilir. Özellikle de bu toplumsal desteğin arkasına sığınarak IŞİD’i mazur ve hatta masum göstermeye çalışanları sorgulamak için. 

Yani IŞİD’e dönük destek, Irak’ta dışlanmış ve marjinalize edilmiş Sünni toplumundaki reaksiyonun radikalleşmesini ifade ediyor elbette. Ancak bu, (Türkiye’de bazılarının, özellikle de AKP taraftarlarının ima ettiği gibi) IŞİD’i (Arap ayaklanmalarının bir devamı sayılabilecek) bir “Irak Baharı”nın temsilcisi falan yapmıyor. IŞİD’in parçası olduğu kalkışma, “Arap Baharı” denen ayaklanma ve halk hareketlerinin doğurduğu eşitlikçi ve özgürlükçü umutları ayaklar altına alan karşıdevrimci kuşatmanın bir parçası. Devrimci-demokratik güçlerin baskın çıkamadığı koşullarda, 2011’den itibaren gelişen ayaklanmaların kışkırttığı siyasal ve sosyal türbülans, mezhepçi ya da etnik şiddeti kışkırtan bir umutsuzluğu ve yozlaşmayı tetikliyor çünkü.

Dolayısıyla IŞİD’in (ve benzer yapılanmaların) Irak ve Suriye’de şu ya da bu oranda da olsa belli bir kitle mobilizasyonu gücüne kavuşmasını, işte bu umutsuzluğu yaratan koşullar tartışmasından ayrı düşünemeyiz. Mesela Irak’ta IŞİD’in yükselişini nasıl emperyalist işgalden ve Suriye’deki halk hareketinin gerileyişinden bağımsız düşünemezsek Mali’de El Kaide’nin çıkışını iklim krizinin etkilerinden ve Azawad ulusal kurtuluş hareketinin krizinden bağımsız ele alamayız. Bu IŞİD ya da örneğin Boko Haram’ı aklamak değil, onu Michelle Obama’dan farklı olarak, emperyalist-kapitalist dünya sisteminin güncelliği içerisinde ele alıp sorgulamayı önümüze koymak anlamına gelir.

IŞİD ve türevlerinin “panzehiri” tam da bu anlamda soyut bir sekülarizm vurgusu ya da küresel veya bölgesel güçlerin kuracağı bir IŞİD karşıtı “cephe” falan değil. “Bölgede” şimdilik kaydıyla akamete uğramış toplumsal kabarış yeniden ve yeni bir dalga halini almadan, ayaklanmaların hürriyet ve ekmek talebi yeni bir güç kazanmadan IŞİD’in olası bir yenilgisi ancak geçici olacak, IŞİD’in temsil ettiği karanlık gerçek bir tehdit olarak kalmaya devam edecektir. Bugün IŞİD’in karşısında tam da “bölgeyi” sarsan devrimci sürecin bir uzantısı sayılması gereken Rojava’nın en etkin biçimde duruyor olması, bu bakımdan bir tesadüf değil. Faşizmin olduğu gibi, IŞİD’in de gerçek alternatifinin devrim olduğu açık çünkü.

Bu yazı Foti Benlisoy'un blog'u olan fotibenlisoy.tumblr.com sitesinden alınmıştır.